Mar 072021
 

Özgür Barış Etli: Profesör Atatürk

Atatürk’ün kurduğu müzelerden, dil çalışmalarına, antropolojik araştırmalardan, uzay öngörülerine kadar sıra dışı karakterinin ve bilgi birikiminin Türk ulusuna ve insanlığa kattığı rehber niteliğindeki yenilikler araştırmacı yazar Özgür Barış Etli tarafından kaleme alınan ‘Profesör Atatürk’ kitabında bir araya geldi. Etli ile Atatürk dehasının, bir ulusun ve bireylerinin zihinsel devrimini nasıl tetiklediği üzerine konuştuk.

Röportaj: Reha BAŞOĞUL

Atatürk’ün, bilim alanındaki, kimi zaman akıl sınırlarını zorlayan bir azimle ve bir ulusun tarih bilinci genetiğini değiştirecek kadar kalıcı araştırmaları, birçok araştırmacı açısından çağın ötesinde bir birikim ve bir o kadar azim ve de çalışkanlık barındırıyordu. Ulu önderimiz Atatürk’ün geometri terminolojisi üzerine ürettiği özgün kelimeleri halen kullanıyoruz. Kurduğu müzeleri geziyoruz ve evrim bilimine verdiği önemle, evrim çalışmalarına adapte olabiliyor, özellikle Türk tarihi üzerine gösterdiği ilgiyle, Türklük bilincine ve Türklerin köken araştırmalarına dair bilgileri okuyabilir, anlayabilir ve yeni alanlar açabilir durumdayız. Özgür Barış Etli, Atatürk’ün birçok alanda bilimsel araştırma tutkusunun, insanlığa olan katkılarını araştıran bir kitap yazdı. Atatürk’ün kurduğu müzeleri gezdi, okuduğu kitaplara düştüğü notları inceledi ve onun bir Profesör olarak da anılmasının neden gerekli olduğuna dair bir kitap kaleme aldı. SÖZCÜ olarak, Etli ile Profesör Atatürk’ü konuştuk. Continue reading »

May 242014
 

nymphmaniac posters - lars von trier - analiz - eleştiri

“Hiçbir orgazm yaşamadığımızı kabul etmek istemezsiniz, belki.
Belki de, orgazmların ne olduğunu, aşağı yukarı hangi stilde geldiklerini
ve sizce nasıl elde edilebilir
incelmiş farkındalıkların,
davetkar seslerin ve sessizliğin alemine girmek istiyorsunuzdur.

Gerçekte, orgazmın tarihi,
dünya tarihinden başka bir şey değildir.

Aslında, her yerdedir orgazmlar, her ne kadar
“bir orgazm nedir” sorulduğunda kendi kendimizi
sözcüksüz bulsak da.
Bazıları inanç diye adlandırır orgazmları,diğerleri müzik olarak görür onları
daha başkaları da, kendi kendimizin
en iyi hali der onlara.

Nasıl tanımlanırsa tanımlansınlar, orgazmlar
büyük keyiftir erkeklerde ve kadınlarda, 
iyide ve kötüde, görünür ve görünmezde
gerçek ve gerçek olmayanda 
Herkesin başına gelebilir orgazmlar
ve her çeşit insan için, her çeşit orgazmlar vardır.

Örneğin lirik orgazmlar vardır; hayal edilen,
bir kişi için derin duygular dile getiren…
Balad orgazm vardır sözel olarak canlı kalan,
dramatik orgazm vardır ek izahat gerektirmeyen…
Ve epik orgazm vardır, içinde bir aşığın kahraman ya da
fatih rolünü oynadığı, bir uzun-soluksuz orgazm.

Erkekler çok kez orgazmların kısa
ve göze çarpıcı haikusu’ndan memnundurlar…
Din adamları ve kasvetli tipler matemli,
mersiye türünden orgazmlardan bahsederler…
Ünlüler ve teşhirciler gösteri orgazmına meyillidirler
– seyirciönünde sahnelenen bir stil olan.
Modası geçik erkek ve kadınlar, kırsal manzaranın ortasında
ortaya çıkan pastoral orgazmlardan asla yorulmaz.

Ve gündüz ve gecenin herhangi bir anında
kaybolmuş orgazmlar dolaşırlar amaçsızca,
sokaklarda bekleyerek bulunmayı.

Önemli olan orgazmlar yüzünden fazla eziyet çekmemektir.
Sevmek zorunda değilsiniz onları.

Dahası üzücü orgazmlar da olabilir, hatta
kayıptan, kederden, umutsuzluktan dem vuran
blues orgazmları da olabilir
Sadece sabırlı olun.
Oturun kendinizi evinizde hissedin, gevşeyin ve bekleyin…
Bırakın uzun süre kalsınlar derinliklerinizde.
Hissedin telkin edici ritim ve modellerini.

Bilin uygun anlarını: Onların küçük ayakları
üstünüzden tekrar tekrar geçerken
ve yavaş yavaş beyninizi
bedeninizi ve yüreğinizi ele geçirirken.

/Kadın şair Nin Andrews’ın “Orgazmı Tanımlama” şiirinden…

Lars Von Trier, AntiChrist(Deccal), Melancholia(Melankoli) filmlerinin ardından “Depresyon Üçlemesi” olarak da adlandırılan serinin son filmini “Nymphomaniac” ile tamamladı. Türkiye’de “İtiraf I”  ve “İtiraf II” isimleriyle yayımlanması beklenen filmin gösterimi sinemalarda yasaklandı, mecliste dahi tartışıldı ve bir çok kültür-sanat-edebiyat eserini sansürlemesi veya yasaklaması ile faşizm ve utanç suçları tarihinde hatırı sayılır yeri olan AKP hükümetine yine bir çok tepki oluştu. Filmin diğer ülkelerde 18+ uyarısıyla yayınlanırken, aralarında Nuri Bilge Ceylan, Reha Erdem, Yeşim Ustaoğlu, Onur Ünlü gibi yönetmeler de olmak üzere bir çok sanatçı, yazar, yönetmen yaş sınırına rağmen Türkiye’de yasaklanmasına kınamayla tepki gösterdi.  Faşizan sansürün fıtratında olduğu gibi  yasaklanma,  filme olan ilgiyi daha çok arttırdı ve üniversitelerde, internette izlendi ve kritiği daha fazla yapılan hale geldi. Trier sinemasının “pornografik” olduğu iddiasıyla eleştirilmesi ve rahatsız olunması ise takipçileri için sıradan, sığ ve anlamsız bulunmaya devam ediyor. Zira Trier’in “İyi bir film ayakkabının içerisine kaçan çakıl taşı gibi olmalıdır.” sözüyle belirttiği gibi filmlerinden rahatsız olunması, tıpkı Haneke’de olduğu gibi Trier için de “rahatsız ederek toplumsal bir olguyu sorgulatmaya ve anlamaya dair” başarıya ulaşma eşiğini temsil ediyor.

 

Nympomanyak - Lars Von Trier - Poster

“Aşkı unutun” sloganıyla fragmanları yayımlanan Nymphomaniac’ta, filmin senaristliğini ve yönetmenliğini üstlenen Trier’in kendi sinema geçmişinin olduğu kadar, Trier sinemasının kamera önünden ve kamera arkasından ve de Trier’in bilinç dışı referanslarını barındırması açısından da önem kazanıyor ve gerek ideolojik örüntüsü, gerek anlatım tekniği, gerekse içeriğin felsefedeki karşılığı, Trier’in doğuştan gelen, tarihte ve bilimde sıkça karşılık bulan seksüel birikimin sinema diliyle yaptığı varoluşçu psikanalize uygunluğuyla incelemeye değer bir bulmaca sunuyor.


Filmin Brechthyen Estetikle Yapıbozumsal İskeleti

“Amaçlarımız uğruna duygular bile dünya görüşümüzü desteklemek için kanıt olarak kullanılmalıdır.”

/Piscator

Continue reading »

Şub 062013
 

Pi'nin Yaşamı--Life of Pi- Poster

““Bana nazikçe zorbalık etmeye çalışmayın!
Aşk inanılması güç bir şeydir, istediğiniz aşığa sorun.
Yaşam inanılması güç bir şeydir, istediğiniz bilim adamına sorun.
Tanrı inanılması güç bir şeydir, istediğiniz mümine sorun.
İnanılması güç şeylerle sorununuz ne sizin?”

/ “Pi’nin Yaşamı” kitabından

2002 yılında İngiltere’nin en önemli edebiyat ödülü olarak kabul edilen Man Booker Ödülü’nü “kurgu” dalında alan Kanadalı Yazar Yann Martel‘in kitabı “Pi’nin Yaşamı”nın, Oscar’lı yönetmen Ang Lee‘nin gözünden çekilen filmi,  “En İyi Kurgu”, “En İyi Yönetmen”, “En İyi Uyarlama Senaryo”, “En İyi Sanat Yönetmeni” ‘nin de dahil olduğu 11 dalda 2013 Oscar ödüllerine aday oldu.

Yine 2013’te “En iyi Yabancı Film” dalında Oscar adayı olan, Norveç’lilerin ziyadesiyle sık sık andığı, müzeleştirdiği ve Norveçli bilim adamı Thor Heyerdahl’ın yayınevi ve medyaya bir türlü inandıramadığı Polinezyalıların atalarının Doğu’dan geldiğini ispat niteliğinde, beş arkadaşıyla 1947’de ağaç kütüklerinden yaptığı ve  Tahiti tanrısı Tiki’nın adını verdiği Kon-Tiki adlı salla gerçekleştirdiği  Peru-Polinezya yolculuğuna bir anlamda deniz yolculuğunun zorluğu, inancın gücü açısından benzerlikler taşıyan “Pi’nin Yaşamı”, yazar Yann Martel’in tabiriyle “açlık” sonucu ortaya çıkan bir hikayeyle de bir çok yönden de ayrışıyor. Diğer yandan kitap, uzun süredir, tıpkı Patrick Suskind’in Koku romanında olduğu gibi,  Ang Lee’ye filmi yönetmesi teklif edilmeden önce, 2003 yılından beri aralarında M. Night Shyamalan ve Alfonso Cuaron gibi bir çok yönetmenin reddettiği ve  sinemaya uyarlamanın çok zor olduğu romanlardan biri olarak görülüyordu.

Yönetmen Ang Lee, kendisi için hazırlığı 4 seneyi bulan kitabın sinema diline dönüşmesi sürecinde, aynı zamanda kitabın içeriğinde yer alan ve rol açısından çocuk ve kaplan gibi oldukça riskli canlıların sorunlarını, kitabın büyüsüne kapılarak tolere ettiğini şöyle anlatıyor:

““Çocuk, su, büyük özel efektler, hayvanlar―ve bunların tamamı suda seyreden küçük bir teknede olmak zorunda. Bir sinemacı için bütün kabuslar bir araya gelmiş gibi görünüyordu”, “İşi zorlayıcı ve heyecan verici buldum, harekete geçtim ve sonunda ‘Bunu yapacak kişi ben olacağım’ diye karar verdim. Ama içine girer girmez ne kadar aptalca bir fikre kapıldığımı gördüm.”

Pi'nin Yaşamı - Life Of Pi - Analiz- Eleştiri

Filmin başlangıcında da bir kısmının anlatığı gibi, yazar Yann Martel’in, 1996 yılında yazdığı “Roma” adlı kitabın istediği etkiyi bulamaması, hatta otoritelerce oldukça kötü bulunması sonucu yeni bir kitaba başlamak için çok az parayla Bombay’a gitmesiyle başlayan ve akabinde Martel’in tabiriyle “yazdığı roman öksürmesi, titremesi ve ölmesiyle” son bulan macerasında huzursuz bir şekilde Hindistan’ın güneyine doğru yolculuğa çıkmasına sebep oluyor. Burada çaresizlik içerisinde bir kafede düşüncelere dalmışken, daha sonra hikayenin kahramanı tarafından, Tamil dilinde “amca” anlamına gelen, ji eki de saygı ve şefkat belirten ve Mamaji ismiyle zikredilen Francis Adirubasamy adında bir adamın kendisine “Tanrı’ya inanmanı sağlayacak bir öykü anlatacağım sana” demesiyle Martel ve elbette Ang Lee sayesinde tüm dünyada duyulmasını sağlayan  Patel’in öyküsünü dinlemeye başlıyoruz. Martel, Patel’in günlükleri dışında Japonya Ulaştırma Bakanlığı’ndan bir kaset ve raporla beraber, Piscine Molitor Patel’in öyküsünün gerçekliğini, özetle Tanrıya inanmaya başladığını söyleyerek olumluyor. Continue reading »

Ara 112012
 

Oruç Aruoba - De Ki İşte

“Yaşamında en zor işin, kendi yolunu yürümek olacak
– ve, ilişkin olan, önem ve değer verdiğin kişilere, bunu anlatmak:
Yaşamının, yaşadığın kadarıyla, yalnızca senin yaşamın olduğunu: aynı şeyin
onlar için de geçerli olduğunu; ilişkide olmanın da,
bu temel gerekliliği engellemediğini,
engellememesi gerektiğini…
Ama, anlatamayacaksın ki…

– Çünkü , daha kendin bile gereğince
anlamamış olacaksın bunu…

Ancak arada bir gerçekten yaşayacaksın:
duygusal olarak “unutulmaz bir an” denen
yaşam aralıklarından birinde, tam kendin olarak,
tam kendisiyle yüzyüze geldiğin bir başka kişiyle
birlikte, birşey yaşadığında(bir sevinç, bir acı…)
– o zaman gerçekten yaşarsın.
Ama bu “an”ları son derece seyrek yaşarsın
(kimi insanlar-çoğunluk?- bunları hiç yaşamaz belki); son derece de kısa…
Gene de, bunların sağladığı anlam yoğunluğu, yaşamının bütün geriye kalan çölünü yeşertmeye yetecek.”

/ Oruç Aruoba

 “de ki işte”, Oruç Aruoba gözüyle, dil, varoluş ve felsefe serüvenine başlayanlar -ve hatta bitirmek- için oldukça özel bir kitaptır. Tümceler ve Yürüme  üçlüsünün içinde, bence, Aruoba’nın ortada yer aldığı bir araf’ın da yanarken teskin edici özelliğini taşır. Kitap, 1984-1987 arası metinlerden oluşmuş ve Kasım’90 itibariyle de ilk basımını gerçekleştirmiştir.

Kitabın ilk sayfalarını karıştırmaya başladığınızda, Ergin Günçe‘nin 1979 yılında yazdığı “Bir dostu ölü götürmek” şiiriyle karşılaşırsınız. Şiirin ortalarına gelindiğinde, “Ölünün Babasıyla / Uzunca bir Rakı iç / Anmadan eski günleri / Bırak biraz Ay doğsun”  dizeleri ile çarpılır, sonra ön söz bölümünde hiç bir şey çarpamamışçasına, kitabın “Anlama-rayış” bölümünde, Escher’in 1937 yılındaki çizimi “Ölüdoğa ve Sokak” ile kumarın, tütünün, hayatın gelişigüzelliğinin, kitapların ve sohbet mekanlarının arasında gözlerinizi gezdirirsiniz. Ki Aruoba da bu bölümde öyle yapar, kuruyemişlerinden, kitap tasniflerinden, sigara tablasından,  bavuluna sığdırmaya çalıştığı gömleklerinden ve pantalonlarından bahseder.

Akabinde de bağlaçların ne kadar hakikat doğurabildiği, metaforlardan mümkün olduğunca arınmış  ve Ölüm’ü “de” ile, Yaşam’ı “ki”, Felsefe’yi “işte” ile yakalar, nefessiz bırakırcasına sıkıp düğümler ve halen bu kavramların ve bu kavramların sizdeki kavramalarının nefes alıp almadığına bakmaksızın çözer…

Daha çözülmeden, çözüleceğine de inanmadığınız bir anda, Aruoba’ya has imla hareketlerindeki kasvet ve sizi hep diri tutan yapıştırıcılar bilin ki uçucudur ki bilin uçtuğu yer suçsuzluğunun olduğu yer kadar, suçunuzun aymazlığını aynadaki aksinizle buluşturacak yapıştırıcılardır…

Continue reading »

Haz 262012
 

“The Great Masters” Sergisi: Leonardo, Michelangelo ve Raffaello, Fotoğraf: Reha Başoğul

“Eğer sanatçı, kendini onlara aşık eden güzellikleri görmek istiyorsa, onları yaratacak efendidir.
Eğer tüyler ürperten büyük şeyleri, onu güldürecek ya da gerçekten tutku uyandıran şeyleri görmek
istiyorsa onların efendisi ve Tanrı’sıdır… Aslında, evrende öz, varoluş ya da hayal gücü olarak ne varsa
bu onun önce zihnine düşer, sonra ellerine yansır.”

/ Leonardo Da Vinci

İstanbul, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi ve Arter Tasarım’ın gerçekleştirdiği Türkiye’nin ilk interaktif sergisi özelliğiyle, Tophane-i Amire Kültür ve Sanat Merkezi’nde 31 Temmuz 2012 tarihine kadar İtalyan Rönesansı’nın üç ustasını, Leonardo Da Vinci, (1452-1519) ,Michelangelo Buonarroti(1475-1564),  Raffaello Sanzio’yu(1483-1520) ağırlayacak. Sergide Rönesans ustalarının tüm eserleri olmasa da, sayısız kere replikaları yapılacak kadar önemli, dünya bilim, kültür,sanat tarihinde çok önemli yeri olan Davut Heykeli, Atina Okulu, Sistine Şapeli tavanı freskleri, San Pietra Bazilikası kubbesi, Leonardo’nun not defterlerindeki mekanik ve mühendislik çizimlerinden ve tanımlamalarından yola çıkılarak hazırlanan maketler ile Son Akşam Yemeği eserlerine yer veriliyor.

Kuşkusuz serginin böyle deha özellikleri taşıyan eserlerine yer vermesi dışında, Vestel’in ana sponsorluğu sayesinde, sergideki bu eserlerin bazılarına interaktif bir deneyimle özümsetilmeye çalışan bir özelliği de söz konusu.

Her üçünü daha yakından tanıdığımızda, multidisipliner ve çoklu zeka kuramına uyacak şekilde, farklı yetenekleri ile şair, mimar, heykeltraş, ressam, tasarımcı, mühendis, müzisyen özelliklerini kapılmış gibi gözüken durum Brunelleschi’nin Floransası içindeki görünümde deha denilen ve özellikle Leonardo’un sanat ve bilim adına getirdiği düzlemde zenginliği görürken, bir bilgin olmadan, sadece sanat üzerine mimar,şair,heykeltraş, ressam gibi Michelangelo’yu görüyoruz. Raffaello ile gelen XVI. yüzyılda ise, büyük üstatların sadece tek bir sanatta karar kıldığı bir tercihin öne çıktığını söyleyebiliriz.

“The Great Masters” Sergisi: Leonardo, Michelangelo ve Raffaello, Fotoğraf: Reha Başoğul

Her üçünün bir sergide yer almasının bu açıdan da izlenmesinin faydalı olacağını düşünürken, karakteristik özellikleri itibariyle her üçünün de solak olması, ustalarının etkisinde kalmaları, altın oran kullanmaları, çeşitli disleksi, asperger sendromu gibi biyolojik ve psikojik rahatsızlıklar atfedilmesi de dönemin eserlerine bakış açımızı genişletebilir.

İşin ilginç taraflarından bir diğeri de Michelangelo’nun Leonardo’dan yirmi üç yaş küçük olması ve bu süreçte birbirleri arasında sürtüşmeler yaşamaları ve birbirlerinden hoşlanmamaları, Raffaello’nun ise, böyle iki ustanın yarattıkları sonrası kendine nasıl bir alan açacağı konusunda akıl karışıklığı ve sonra kendisini bulabilmesi, bu üç ustanın bazı eserlerinin oluşmasında motive eden etkenlerden biri olduğu gerçeğidir.

Sergiyi gezerken, her üçünün de eserlerinin üretim zamanlamaları ve kendilerinin dışında gelişen sosyo-ekonomik ve ekonomi politik gerçeklerle incelemenizin faydası olacaktır.

SERGİDEKİ LEONARDO DA VINCI’NIN ESERLERİ (1452-1519)

“Eserleri kısaltanlar, bilgi ve sevgiyi yaralar… Hakkında tam bilgi vermeye yemin ettiği şeylerin parçalarını kısaltmak için
bütünsel olarak ortaya konmuş şeylerin büyük bir bölümünü dışarıda bırakanın ne değeri vardır ki? İnsan ahmaklığı!
Ağacın kereste yapmaya yaradığını göstermek için tümü yapraklarla, çiçek ve meyvelerle bezenmiş bir ağacı çıplak bırakan insanla
aynı hataya düştüğünüzü görmüyorsunuz.”

/ Leonardo Da Vinci

Continue reading »

Ağu 082011
 

mr nobody - bay hiç kimse - afiş - sinema - eleştiri - analiz

Âşksız olma ki ölü olmayasın. Âşkta öl ki diri kalasın..”
/ Mevlana

Daha önce 1996 yapımı uzun metrajlı çalışması “The Eighth Day” gibi oldukça dramatik bir filme imza atarak, yerinin farklı olduğunu hissettiren Belçikalı Jaco Van Dormael, uzun zaman sonra yine yönetmenliğini ve senaristliğini yaptığı Mr. Nobody / BAY HİÇ KİMSE ile , aşk, sicim teorisi, nedensellik, belirlenemezcilik, bilinçaltı, felsefe, psikiyatri, zamanın lineerliği ile özgür irade sorunu, paralel evrenler gibi 21.y.y.’ın sinemaya uyarlanan senaryolarında da sık başvurulan temalarından oluşan zengin bir seçki bulutuyla zeka, mantık, duygulanım kullanımıyla sinemasında özgün ve özgür bir senaryo üretmeyi başarıyor ve izleyen bir çok izleyici için bir doktrinin odağında bulunan çözüm ve çıkış noktasını da kendi içinde barındıracak kadar da iddialı bir ikilem sunuyor ve hem yönetmenlik, hem her bir detayın felsefi bir gönderme içeren senaryo kurgusu, hem oyunculuk hem de sürrealizm ile görsel sinema dilini hakkını vererek buluşturan ve oldukça önemli katkı sağlayan Hans Zimmer, Eric Satie, Ella Fitzgerald, The Diamonds gibi usta müzisyenlerin parçalarından seçtiği film müziklerine verdiği yaklaşımından dolayı Venedik, Stocholm, Avrupa Film Festivalleri’nden ödüllerle dönmeyi hak ediyor.

ZAMAN LİNEER OLMASAYDI, MANA MADDESELLİK GİBİ İÇİNİ YİTİRİR MİYDİ?

“Seni şimdi bulunduğun yere getirmiş düşünce düzeyi, varmayı hayal ettiğin yere götüremez.”
/ Albert Einstein

Her 20 saniyede bir yiyecek kapısının açıldığı kapalı bir kutuda tutulan bir güvercinin , yiyeceğe kavuşmak için ne yaptığını sorgulamasıyla başlayan film, o an da kanat çırpıyorsa kanat çırptıkça yiyeceğe ulaşacağı motivasyonunu zinde tutacağını ve bunun “Güvercin İtikatı” olarak adlandırılacağını anlatarak, senaryonunun gelmek istediği asıl hikaye hakkında güvercinin de kendine sorduğu düşündürücü bir ipucu sunar: “Bunu hakedecek ne yaptım ben?”

——-
” Jaco Van Dormael, günümüze kadar gelen yazılı felsefede yüzlerce yıllardır tartışılan bir konuyu gündeme getirerek başlıyor: İnsanın yaptıkları kendi bilinci mi yoksa Tanrı gibi dış bir sistem tarafından belirlenen bir nedenselliği mi barındırmaktadır? İnsanı kobay olarak  görme düşüncesine veya özgür irade ile yaptığımıza dair halen keskin bir kanıt yoktur. Sorun halen günümüzde de çözümsüzlüğünü korumaktadır. Başımıza gelen olayları yorumlamak adına, gerek Tanrı’nın olayları değiştirme gücü olduğuna dair inanç, gerekse Descartes gibi Tanrı yokmuş gibi davranarak sorunu çözmeye yönelik usavurmalar ve ahlaki duruşumuzun şekillenişine karşın, Martin Gardner teoloji ile bilimsel kanıtsızlık arasındaki çıkmazda kalan bu sorunun çözümsüzlüğünü şöyle vurgular: Çözülemez, çünkü soruyu nasıl ifade edeceğimizi henüz bilemiyoruz”….

Bu soru kahramanımız Nemo’nun da kendini morgda, boğulurken ve bir otel odasında tanımadığı biri tarafından kafasından silahla vurulurken kendine sorduğu sorudur aynı zamanda.

Akabinde futuristik bir ortamda kendini 34 yaşında, 1975 doğumlu bir halde sandığı bir zaman diliminde sorgulanırken bulduğumuz yaşlı Nemo, o an, kendisinin 118 yaşında olduğuyla kendisinin hafızasını yerine getirmekle görevli yüzü boyalı adam tarafından yüzleşleştirilmektedir.

mr nobody - bay hiç kimse - sinema - eleştiri - analiz

Continue reading »

Oca 172011
 

Karar Anı - Jonah Lehrer - Kitap Kapağı “Çözdüm her şey çok basit
Denize doğru
Üç beş dakika yeter derdimi anlatmaya
Zaten çoğu şey değmez çok konuşmaya
Denize doğru

Düşlerimde bile kaçtım denize doğru
Aslında kaçmak değil sevgiye koşmak
Sessizdiler ama çoktular
Biraz deli biraz çocuktular
Denize doğru

Kolunu kaptıranlara çare bulunmaz
Yaşam bizden hızlı
Beklesen olmaz
Kararımı çoktan verdim
Denize doğru

Gülmez çünkü hiç bilmez
Dertleri ağır
Bütün kapılar çalınır
Ama bilgeler sağır
Mışlar mişler ne demişler
Burada bulamamışlar
Denize doğru

Gittim çünkü eskittim
Kentin sokaklarını
Kimsenin umurunda değil
Suratlar soğuk
Ardımda çok şey bırakmadım
Kalanları da almadım
Denize doğru

Adını düşürenlere üzülsen değmez
Sesini kaybedenlerin bir şarkısı olmaz
Kararımı çoktan verdim
Denize doğru”

/ Bülent Ortaçgil – “Denize Doğru”‘dan

Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi’nden Ferit Burak Aydar çevirisiyle çıkan, yazar Jonah Lehrer’in “Karar Anı” kitabı, hayatımızda verdiğimiz kararların, insanların akılcı varlıklar olarak, mantıklı kararlar alma yetisini başka bir perspektifte inceliyor.

Nobel ödüllü sinirbilimci Eric Kandel’in laboratuvarında, Le cirque 2000 ve Le Bernardin restoranlarında çalışan, Boston Globe ve Washington Post gazetelerinde, Nature, the New Yorker ve Seed dergilerinde yazıları yayımlanan bir yazar olan Jonah Lehrer’in daha önce “Proust bir Sinirbilimciydi” kitabı da bulunmaktadır.

Tarzı itibariyle “İrrasyonel” ve “Buyology” kitaplarını anımsatan “Karar Anı”nda, yazarın beynimizin hangi anlarda, nasıl karar aldığını incelemek ve yakınen tahlil etmek adına örnek aldığı olayların asıl kahramanları olan oyun kurucular, pilot, şarkıcı, yönetmen veya poker oyuncularıyla birebir görüşmelerindeki aldığı izlenimleri, sinirbilim çerçevesinde değerlendirerek okuyuculara sunuyor. Analoji olarak Nobel ödüllü psikolog Herbert Simon’un insan beynini makasa benzetmesini kullanan Lehrer, her bir karar anında makasın bir ucu olan beyni ve diğer ucu olan beynin faaliyet yürüttüğü özgül çevreyi bilim dergilerindeki referanslarını da inceleyerek çıkarımlara varıyor.

Kitap, 9 bölümde ‘karar anları’nı inceliyor: Continue reading »

Oca 052011
 

Oruç Aruoba - Yürüme - Kitap İncelemelerim - Fotoğraf: Reha Başoğul


hep bir dimdik, dümdüz dürüstlüktür duyduğumuz,
ama bir kuşku kurdu kıvır kıvır kemirir köklerimizi–
nasıl da kolaydır yalanlarımız, uydurmalarımız,
nasıl da rahat. iç sızlaması nedir bilmeyiz;
başedilemez gerçeklerimiz hazırdır çünkü hep–
kozasında mışıl mışıl kanat takınır tırtılımız,
sindire sindire yapraklarımızda açtığı delikleri.
övünürüz delik deşik, bölük pörçük
yeşilliğimizle — yenmiş bitmiştir oysa
büyüme noktalarımız, su çekmez artık
kök uçlarımız, dökülüp gitmiştir
taç yapraklarımız artık.
nasıl da yabancı topraktan baş uzatmış taze fide bize.
gündüz yarasalarıyız biz.
…”

/ Oruç Aruoba – “Gündüz Yarasaları” şiirinden…

Şair, yazar, felsefeci, çevirmen ve öğretmen Oruç Aruoba’nın “De ki işte” ve “Tümceler” ile birlikte, yazılış olarak ilk, yayımlanış olarak üçüncü sırada tümlenen ve ilk olarak 1992 yılında Metis Yayınları’ndan basılan “Yürüme” kitabı, Kissenger’ın meşhur sorusuna uygun şekilde kuyulardan su çekmemize olanak tanıyor: “Yanıtlarım için sorularınız var mı?”…

Hani, Uzak, İlişki Üstüne gibi kitapları bilenler ve hatta haikularından takip edenler için Bilge Karasu ve İoanna Kuçuradi literatüründeki adına sıkça rastladığımız Oruç Aruoba’nın “Yürüme”deki söylemi, size felsefe adına bir fidan vermek değil veya orman içinde gezdirmek değil, felsefe tohumlarını zihninize ekmek ve üzerinde yürürken onları kaotik bir şekilde zihninizin diğer alanlarına taşımayarak “düzenlemek”…

Kitap üç ana bölümden oluşuyor ve kendi içinde parçalanıp, nihayetinde ve hiç başlamadan da kendi tutkallarını buluyor:

1. “BİZ(Zaten)”,
2. “yer, yön,yol”,
3. “kişi(HEP/HİÇ)

1. BİZ(Zaten)

Continue reading »

Nis 122009
 

escher-self portrait

Dilimize Fransızca “perspectif”(bakış açısı)’ten gelen sözcüğün latince tabanı ‘per'(boydan boya), ‘specere’,’spect’ (gözlemek, bakmak) kelimelerinin birleşimiyle “perpektivus” “perspect”(boydan boya derinlemesine bakmak) olarak yer alıyor. Bu konuda derslerde verilen örnekler açısından en yetkin isimlerden İtalyan Carlo Crivelli’in “the annunciation” adlı resmi ya da Giorgio De Chirici resimlerinin bir çoğu olsa da, Alman ressam Albrecht Durer’in bu konudaki teknik kitapları ki perpektif için başlı başına kadrajı sağlayan ve gözü sabitleştiren bir makinası bile mevcuttu ve bu onun bilim arzusunun kanıtıdır ki bu anlamda teorik perspektifin endüstirileşmesine de olanak sağladı… (bkz: zograskop), (bkz: stereoskop)

Durer'in perspektif makinasıAlbrecht Durer’in nü tablolarında kullanılmak üzere geliştirdiği Perspektif Makinası

crivell2Carla Crivelli’nin “The Annunciation” adlı resmi

Diğer yandan perspektif kurallarını altüst eden Maurits Cornelis Escher’in “Convex and Concave”, “Waterfall”, “Ascending and Descending” gibi resimlerinde perspektifin olanaksızlığa da kapı açabildiğini görüyoruz, Tıpkı Salvadore Dali’nin “Crucifixion” adlı resminde üç boyutlu perspektiften dört boyutlu perspektife geçişinde görülebileceği gibi.

escher-ascending-and-descending-mediumEscher’in “Ascending and Descending” adlı eseri

dali_crucifixioSalvador Dali’nin “Crucifixion” adlı tablosu

Haritacılık içinde önemli olan perspektif bir yandan Batı’da boyut, sonsuzluk mesafe bilgisi olarak ele alınırken, Çin ve Japon sanatında “kuş bakışı” gözlemin ilke olarak edinildiği gözüküyor.

Bir çok mimari, 3d , 2d nesnelerin tasarımında kullanılan yazılımlar için gerekli olan perspektif bilgisinin ilk kaynaklarından biri mimari açıdan her ne kadar içgüdüsel hesaplamalarda olsa Antik Yunan’ın anıt mezarlarıdır. (bkz: parthenon). Daha sonra natüralizm etkisiyle işin içine rönesans mimarlarından Filippo Brunelleschei, Leon Battista Alberti ve ressam Piero Della Francesca ile perspektifin öncüsü olarak anılmasına sebebiyet verecek metodoloji sözkonusu olmuştur. Burada Arşimed’in ve Öklid Geometrisinin perspektife tutarlı kurallar getirmesi açısından önemi büyüktür. Zira, Leon Battista Alberti’nin 1435’teki “De Pictura” eserinde perspektifin geometri ve resim sanatını uygulayan bir yasal mimari yöntem olarak ele alması bu metodolojinin ilk sonuçlarıdır.

albertiAlberti’nin çalışmaları mimari perspektif anlayışa yeni bir yön verdi.

Rönesans döneminde matematikçiler cephesinde ise Fransız mimar ve geometri ustası bir matematikçi olan Girard Desarques”in “projektif geometri” kavramını ele alıp, temellendirmesinden ve sonrasında Hean Henri Lambert ve Gaspard Monge adlı matematikçilerin de bu temellerin kanıta dayalı ilişkilendirmelerini yapmadan yaklaşık 100 yıl öncesinde bir isim daha göze çarpar: İtalyan ressam, filozof, astronom Guidobaldo Del Monte’nin 1600 yılında yayınladığı “perspectivae libri vi” adlı eserinde getirdiği optik yanılma ve perspektif üzerine matematiksel tabanlı teorisidir.

davinci_drawingPerspektif ustası Leonardo Da Vinci’nin çizimlerinden biri

Perspektifin felsefeye etkisi ise; bilginin fenemonolojisine dair ve neokantçı görüşleriyle, ayrıca dil ve sembolik formlar felsefesi kitaplarından tanınan alman filozof Ernst Cassirer’in “Rönesans Felsefesinde Evren ve Birey” kitabında “Matematik, bir kavram ve estetik bir kategori olan orantı, araştırmacı ile yaratıcının, doğanın gizemlerini araştıran insanla, yaratıcı sanatçının buluştuğu noktadır.” diyerek perspektifin matematik temelleriyle sanattaki görüntüsüne kattığı gerçeklik ve estetik adına yüceltilmesi olarak yorumlanabilecek kadar önemlidir.

Nis 072009
 

 

Karl Popper'ın Üç Dünya Kuramı

Karl Popper’ın ‘üç dünya kuramı’ şöyle açıklanabilir: 

Popper üç dünya belirlemiştir:  Birinci dünya, doğal çevremizi oluşturan nesne ve olguları; İkinci dünya, insanın düşünme, bilgi edinme, değerlendirme, karar verme gibi öznel süreçleri; Üçüncü dünya ise insanın ikinci dünya’ da oluşturup açığa çıkardığı, giderek nesnel bir kimlik kazanan kültürel bir yapıt ve süreçleri kapsamaktadır. 

Popper’ a göre, ” kültür dünya’ sı ” dediği Üçüncü Dünya, zihinsel etkinliğin ürünüdür. öznel yaşamdan bağımsız nesnel bir yapıya sahiptir. Zihin dünyası da fiziksel dünya ile ilişkilidir. 

Bilim, sanat, felsefe, dil, din ile birlikte matematik de üçüncü dünya’ nın bir parçasıdır. matematiksel nesneler ve bu nesneler arasındaki ilişkiler Üçüncü Dünya’ ya aittir. 

Aristoteles, sayıları, doğaya dayalı soyutlamalar olarak açıklarken, Platon, sayıları, ‘idea’ dediği yetkin formlar olarak tanımlar. Platon’ a göre ‘nokta’, ‘üçgen’, ‘doğru’, ‘çember’ gibi matematiksel nesneler, gerçek fiziksel nesnelerin dünyası yönünden ancak yaklaşık olarak anlaşılabilirler. Öyle ki bu matematiksel nesneler, Platon’ un matematik kavramlarının ‘ideal dünyasında’ yer alırlar. 

Platon’ un dünyası somut nesnelerden değil, matematiksel nesnelerden oluşmuştur. gerçek dış dünyanın işlevleri, yalnızca kesin matematikle, yani platon’ un zeka yoluyla ulaşılabilen ideal dünyasıyla anlaşılabilir. 

Matematiksel doğruluk kavramında ‘mutlak’ ve ‘tanrı vergisi’ olan bir şey vardır. Matematiksel Platonizm’ in ilgi alanı budur. Herhangi bir formel sistemde ise matematiksel doğruluk kavramı ‘insan yapısı’ bir niteliğe sahiptir. 

Karl Popper’ ın Üçüncü dünya’ sına farklı bir yaklaşım Roger Penrose’da görülür. Penrose’ a göre Üçüncü Dünya “kültür dünyası” değil, “Platoncu varlıklar”, diğer bir deyişle ” mutlak matematiksel doğrular dünyasıdır “. 

Continue reading »

Mar 172009
 

Platon’un doğru ve yanlışın dışında üçüncü bir değere hüküm getirmesiyle algoritmik çözüm kümesini genişletmenin temelleri atılan, karar verme,optimizasyon teknikleri, nümerik analiz, yapay zeka, bilişim, yönetişim, halkla ilişkiler, iletişim, tüketici davranışları, genom projeleri gibi geniş bir kullanım alanı olan, Alev Alatlı’nın sık sık köşeyazılarında ve kitaplarında değindiği düşünce sistematiğidir. İlginç, yüksek maaşlı bir iş ve yolculuk süresi kısa olsun amacıyla bir seçim yapmanız gerektiğinde burdaki uygun işin seçim aralığı ‘saçaklı mantık’ sayesinde bulunur diyerek örneklendirebiliriz. Son zamanlardaki yeniliklere baktığımızda; el yazısını tanımada, webcam çalışma sistemlerinde, keza hareket sensörlü güvenlik ürünlerinde, metroların çalışma prensiplerinde, klima sistemlerinde ve daha nice nice örnekte görüldüğü gibi “saçaklı mantık hayat kurtarır !”

Ağu 282008
 

 
bushido öğretisi

Samurayların temel etiği olan efendiye saygının orjini olan savaş kodu olarak adlandırılır Bushido :  

“”samuray olan kişi herşeyden önce bilmelidir ve gündüz ve gece asla aklından çıkartmamalıdır ki, o ölmek zorundadır.”/daidoji yuzan 16.yy 

9. yüzyılda Samuray’ kavramının ortaya çıkması merkezi idarenin yerel toprak sahipleri üzerindeki kontrolünü kaybetmesi ile başlar. Yerel idareler kendi askeri güçlerini kurmuşlardı ve bu gücün başına “bushi” ya da “samurai” olarak adlandırılan savaşçıları getirmişlerdi. savaşçılar onurlu bir şekilde barışın bekçileri oldular. Üstün ahlak yapıları onlara duyulan saygının en önemli nedenidir. Samuraylar hayatları boyunca “bushido” kısaca savaşçının kodu olarak bilinen etikler topluluğuna göre yaşamıştır. Aşağıda 17.yüzyılda eski bir samuray olan bir zen rahibinin bu etikleri belirten bir yazıtı var: 

samuray’ın yolu ölümde bulunur. sıra geldiğinde ölümün hızlı seçeneği vardır. yaşam ve ölüm arasındaki çizgide amaçlarına ulaşmış olmak önemli değildir.hepimiz yaşamak isteriz.ve hayatımızın büyük bir bölümünde mantığımız çerçevesinde, isteklerimizi yaparız. ancak amacımıza ulaşamadan yaşamaya devam etmek korkaktır.bu tehlikeli ince bir çizgidir.amacına ulaşmadan ölmek bir köpek gibi ölmektir, fanatikçe ancak bunda utanç yoktur.

Samurayın yolu”nun içeriği budur. Her sabah ve akşam kalbini doğru ayarlarsan vücudun iflas edene kadar yaşayabilirsin.özgürlük böyle kazanılır.  İşçi olmak başkasının efendisine uşaklık etmekten farklı değildir. Bu iyi ve kötü arasındaki seçimi efendiye bırakmak ve kişisel ilgilerden vazgeçmek demektir. Eğer böyle iki üç adam varsa bahşiş güvendedir. Efendi ve uşak arasında sadakatin önemli olduğu söylenir. Elde edilmez olsa da bu gözler önündedir. Eğer kendini buna ayarlarsan harika bir hizmetkar olursun. Ölümü hakkında bir fikre sahip olmayan kişi kötü bir şekilde öleceğini garantilemiştir. Ölümünü belirlemiş olan kişi ise asla değersiz olamaz.kişi bu endişe üzerinde çalışmalıdır. 

Eğer biri samuray olmakla ilgili bir şey söyleyecekse, temeli ruhunu ve vücudunu efendisine nasıl adadığı ile ilgili olmalıdır. Bunun ötesinde ne olduğunu soran kişiye verilecek cevap ise “kendini zeka, insanlık ve cesaret ile bilemek” olmalıdır. Sıradan bir insan için bu üç değeri bir araya getirmek mümkün gözükmeyebilir ancak kolaydır. Zeka, olayları başkalarıyla tartışabilmekten fazla birşey değildir. Sonsuz hikmet böyle kazanılır. İnsanlık, başkaları için yaptığımız şeylerdir. Kendimizi başkaları ile kıyaslamak ve onları öne çıkartmaktır. Cesaret birinin dişini kırmaktır. Sadece bunu yapmak ve zorlamaktır, çevredekileri önemsememektir. Bunların üzerinde olan şeylerin bilinmesi gerekmez. Kişisel görünüş, konuşma tarzı ve kaligrafi önemlidir. Ve bunlar günlük işlerdir, çalışarak ilerletilir. Temelde güçlü olmak önemlidir. Bu özellikleri kazanmış bir kişi bizim uzmanlık alanımızın tarihini ve değerlerini anlayabilir. Daha sonra kendini geliştirmek için birçok sanatı inceleyebilir. Eğer baştan düşünürseniz hizmetkar olmak basittir. Ve bu günlerde işe yarayan insanları göz önüne alırsanız onların bu üç özelliğe sahip olduklarını görürsünüz.” 

Samuray ölmek için yaşadı. üstün ahlakları onları günümüze kadar taşıyan en büyük özellikleri. Asla gerekmedikçe öldürmediler. Ve öldürdüklerinde asla acıyı uzatmadılar. 

Japonların çok takdir edilen bir anlayışları vardır. Çirkin karşıladıkları bir olayın uzamasını, sürüncemeye girmesini sevmezler. Bu yüzdendir ki düelloları uzatmazlar ve çabuk olan çözümü seçerler. alıştığımız şekilde, kılıçları birbirine çarparak gürültü yapmazlar. Düelloları göz göze geldikleri anda başlar ve kılıçlar öldürmek için indiğinde savaşçılardan biri ölür. Beraberlik yoktur!

Şub 292008
 

Geçtiğimiz onca yüzyılın düşünsel buhranında, postmodernizmin yarattığı tehlikenin takkesinin göründüğü ve tam adı, “Son moda saçmalar: Postmodern aydınların bilimi kötüye kullanmaları” olan ve iki fizikçi ki biri Sokal Vakası’nın başkahramanı Alan Sokal olan, diğeri de Jean Brichmont tarafından yazılmış, günümüzün aydın, medya, eleştiri, saptırma, yapıbozumculuk gibi konularına değinen çok önem verdiğim bir kitaptır. eksiksiz dipnotlarından saptamalarına kadar bu kadar zengin bir araştırma perspektifi için oldukça uzun araştırmalar yaptıkları aşikar. bu yüzden bu kitaba uzunca ve bölüm bölüm anlatımlarla aktarmanın doğru olacağını ve kitabın mesajını daha iyi aktaracağını düşündüğüm bir inceleme yapmak istiyorum.

Continue reading »

Şub 012008
 

Jean Baudrillard’ın ilgi konusudur ve şöyle der; “tüketim toplumu varolmak için nesnelerine ihtiyaç duyar, daha doğrusu onları yok etmeye ihtiyaç duyar. nesnelerin kullanımı sadece nesnelerin yavaş yavaş kaybolmasına götürür. nesnelerin şiddetle yitirilmesinde yaratılan değer çok daha yoğundur. tüketimde kendisini yok etmede aşmaya, dönüştürmeye yönelik derin bir eğilim vardır.” diyerek özne, nesne ayrırımından kaynaklanan özneyi ayırt edememizin gerçeğine ve karşındaki aşığım dediğin sevgilinin aslında hiç bir zaman kim olduğunu bilemeyeceğine ve özümsemeyeceğine işaret eder bu kültür. Her ne kadar etik bir sorun olmadığını baştan düşündüğümü belirtip, buna ilaveten kişilerin fazla kendini tüketim objesi yaparak sanat diliyle sujeden objeye geçme sürecini hızlı yaşayarak karşındakinden de aynı anda ve aynı ahenkte beklediği için ve beklenti-fayda grafiğinin y=x rütininde seyretmesinden kaynaklı, farklı partner doğrusuna sapma isteği normaldir ki çözüm kümesi mesafe dengesi adıyla ışıl ışıl aydınlanmaktadır. Bu yüzden, mecazi aşk da olsa dekonstrüksiyon isteyenlerdenim.

Mar 222007
 

Ahlaksal Determinizimin bir eleştirisi olarak ortaya çıksa da diğer felsefi normlara yapıştırıldığı olmuştur. Mantığı şudur ki; eğer insan davranışları insanın asla dışına çıkamayacağı veya değiştiremeyeceği bir biçimde tanrısal ya da doğal nedenler tarafından önceden belirlenmişse, insan davranışlarından nasıl sorumlu olur ve buna göre nasıl olur da bir cennet, cehennem cezaevi, ödül, takdir gibi şeylere layık edilir? Bu mevzuyu iyice hazmetmek istiyorsak ise ‘madem özgürlüğümüzden bahsediyoruz o halde tanrı yoktur ‘ savına sahip Sartre’nin eserlerine gözatmak fayda vardır ya da yoktur.