Mar 152014
 

Panoptikon

“Köpürerek koşuyordu atlarımız
Durgun denize doğru.

Bu uçuş, güvercindeki
Özgürlük sevinci mi ne!

Öpüşmek yasaktı bilir misiniz?
Düşünmek yasak,
İşgücünü savunmak yasak!

Ürünü ayırmışlar ağacından,
Tutturabildiğine,
Satıyorlar pazarda;
Emeğin dalları kırılmış, yerde

Işık kör edicidir, diyorlar
Özgürlük patlayıcı
Lambamızı bozan da
Özgürlüğe kundak sokan da onlar
Uzandık mı patlasın istiyorlar,
Yaktı mı tutuşalım
Mayın tarlaları var,
Karanlıkta duruyor ekmekle su

Elleri var özgürlüğün,
Gözleri, ayakları;
Silmek için kanlı teri,
Bakmak için yarınlara,
Eşitliğe doğru giden.

Ben kafes, sen sarmaşık;
Dolan dolanabildiğin kadar

Özgürlük sevgisi bu,
İnsan kapılmayagörsün bir kez;
Bir urba ki eskimez,
Bir düş ki gerçekten daha doğru.

Yiğit sürücüleri tarihsel akışın,
İşçiler, evren kovanının arıları;
Bir kara somunun çevresinde döndükçe
Dünyamıza özgürlük getiren kardeşler.
O somunla doğrulur uykusundan akıl,
Ağarın o somunla bitmeyen gecemiz;
O güneşle bağımsızlığa erer kişi.

Bu umut özgür olmanın kapısı;
Mutlu günlere insanca aralık.
Bu sevinç mutlu günlerin ışığı;
Vurur üstümüze usulca ürkek.

Gel yurdumun insanı görün artık,
Özgürlüğün kapısında dal gibi;
Ardında gökyüzü kardeşçe mavi!”

/ Oktay Rıfat – ‘Elleri var özgürlüğün’ şiiri

New York Times’ın en çok satanlar listesinde de yer almış, Google’ın Yönetim Kurulu Başkanı Eric Schmidth ve Google Ideas’ın yöneticisi Jared Cohen’in 2013 yılında kaleme aldığı “Yeni Dijital Çağ” kitabının “Devrimin Geleceği” bölümünde şöyle yazar:

Yeni bağlantılı toplumlarda devrimci hareketlerin hızla çoğalması bazı gözlemcilerin öngördüğü gibi er geç köklü devletler için tehdit edici olmayacaktır, çünkü iletişim teknolojileri devrimlerde, dengeyi halkın lehine değiştirecek şekilde pek çok dönüşüm sağlasa da, bu araçların etki edemeyeceği bir takım kritik değişim unsurları vardır. Bunların en başta geleni, muhalefeti zor zamanlarda ayakta tutabilecek, reforma yanaşması halinde hükümetle pazarlığa oturabilecek ya da diktatör kaçıp gittiğinde sorumluluğu üstlenerek halkın istediklerini verebilecek bireylerden oluşan birinci sınıf liderler yaratılmasıdır. Teknolojinin, bir kişinin devlet adamlığı rolünü doldurabilecek vasıflara sahip olmamasıyla bir ilgisi yoktur. Son yıllarda kalabalık gençlik kitlelerinin sadece cep telefonu ve benzer cihazlarla silahlanmış halde tarihte yıllarca sürmüş olan bir süreci hızlandırarak, onlarca yıllık otorite ve kontrole meydan okuyan devrimleri ateşleyebildiğine tanık olduk. Teknoloji platformlarının, verimli kullanıldıklarında, diktatörlerin devrilmesinde önemli bir yol oynayabileceği artık açık. Olası sonuçlarına bakılırsa – zorbalıkla ezilme, rejim değişikliği, iç savaş, demokrasiye geçiş – devrimleri yapan ya da yıkanın kullanılan araçlar değil insanlar olduğu da açıktır.

Günümüzde , devrimlerin bileşenlerine bakıldığında özellikle sosyal medya ile kıvılcımlanmaya ve hatta olgunlaşmaya başlayan, akabinde ana akım medyayı etkileyen, tetikleyen, tehdit eden ve hatta dönüştüren unsur, teknoloji guruları tarafından, alıntıda bahsedildiği gibi, teknolojiyle değil, onun önünde değerleriyle var olan insanla mümkün. Dijital dünyayı devrimlerin söylem alanı olarak kullanmasıyla insan kendi varoluşunu yüceltebilecek mi?’sorusuna yanıt ise bir çok felsefe oturumlarında tartışılmaya devam ediyor. Gençlerle birlikte etkisini gösteren mobil penetrasyonun artmasıyla birlikte bilgiyi ve gerçeği arayışımıza katkıda bulunduğuna inandığımız insan, bu şekilde “hızlanarak” ‘kendisine ne kadar değer verebiliyor, katabiliyor?’ bir çok insanın içinde de cevabını bulmak için yeşerttiği bir soru olarak karşımıza çıkıyor.

GÖZETLEMEK İSTEYEN İKTİDARI GÖZETLEYEN DİJİTAL HALK HAREKETİ

“Nasıl bilgisizlik ortaçağ boyunca hıncını aldıysa, bizim bilgimiz de bizden hıncını alacaktı…”

/Nietzsche

Continue reading »

Ara 112012
 

Oruç Aruoba - De Ki İşte

“Yaşamında en zor işin, kendi yolunu yürümek olacak
– ve, ilişkin olan, önem ve değer verdiğin kişilere, bunu anlatmak:
Yaşamının, yaşadığın kadarıyla, yalnızca senin yaşamın olduğunu: aynı şeyin
onlar için de geçerli olduğunu; ilişkide olmanın da,
bu temel gerekliliği engellemediğini,
engellememesi gerektiğini…
Ama, anlatamayacaksın ki…

– Çünkü , daha kendin bile gereğince
anlamamış olacaksın bunu…

Ancak arada bir gerçekten yaşayacaksın:
duygusal olarak “unutulmaz bir an” denen
yaşam aralıklarından birinde, tam kendin olarak,
tam kendisiyle yüzyüze geldiğin bir başka kişiyle
birlikte, birşey yaşadığında(bir sevinç, bir acı…)
– o zaman gerçekten yaşarsın.
Ama bu “an”ları son derece seyrek yaşarsın
(kimi insanlar-çoğunluk?- bunları hiç yaşamaz belki); son derece de kısa…
Gene de, bunların sağladığı anlam yoğunluğu, yaşamının bütün geriye kalan çölünü yeşertmeye yetecek.”

/ Oruç Aruoba

 “de ki işte”, Oruç Aruoba gözüyle, dil, varoluş ve felsefe serüvenine başlayanlar -ve hatta bitirmek- için oldukça özel bir kitaptır. Tümceler ve Yürüme  üçlüsünün içinde, bence, Aruoba’nın ortada yer aldığı bir araf’ın da yanarken teskin edici özelliğini taşır. Kitap, 1984-1987 arası metinlerden oluşmuş ve Kasım’90 itibariyle de ilk basımını gerçekleştirmiştir.

Kitabın ilk sayfalarını karıştırmaya başladığınızda, Ergin Günçe‘nin 1979 yılında yazdığı “Bir dostu ölü götürmek” şiiriyle karşılaşırsınız. Şiirin ortalarına gelindiğinde, “Ölünün Babasıyla / Uzunca bir Rakı iç / Anmadan eski günleri / Bırak biraz Ay doğsun”  dizeleri ile çarpılır, sonra ön söz bölümünde hiç bir şey çarpamamışçasına, kitabın “Anlama-rayış” bölümünde, Escher’in 1937 yılındaki çizimi “Ölüdoğa ve Sokak” ile kumarın, tütünün, hayatın gelişigüzelliğinin, kitapların ve sohbet mekanlarının arasında gözlerinizi gezdirirsiniz. Ki Aruoba da bu bölümde öyle yapar, kuruyemişlerinden, kitap tasniflerinden, sigara tablasından,  bavuluna sığdırmaya çalıştığı gömleklerinden ve pantalonlarından bahseder.

Akabinde de bağlaçların ne kadar hakikat doğurabildiği, metaforlardan mümkün olduğunca arınmış  ve Ölüm’ü “de” ile, Yaşam’ı “ki”, Felsefe’yi “işte” ile yakalar, nefessiz bırakırcasına sıkıp düğümler ve halen bu kavramların ve bu kavramların sizdeki kavramalarının nefes alıp almadığına bakmaksızın çözer…

Daha çözülmeden, çözüleceğine de inanmadığınız bir anda, Aruoba’ya has imla hareketlerindeki kasvet ve sizi hep diri tutan yapıştırıcılar bilin ki uçucudur ki bilin uçtuğu yer suçsuzluğunun olduğu yer kadar, suçunuzun aymazlığını aynadaki aksinizle buluşturacak yapıştırıcılardır…

Continue reading »

Eyl 182012
 

Womb - Rahim - Poster - Afiş - Sinema - Eleştiri - Analiz

” Aşkın gerçekliği yoktur.
Zamanı vardır.
Her aşk kendi zamanı içinde gerçektir.
Yaşamda hiçbir şeyin olmadığı kadar gerçek.
Su balığın hem varoluşu hem zamanıdır.
Suyun zamanı gibi aşkın da zamanı vardır.
Kendi zamanı.
Sudan çıktıktan sonraki zamanda, sudaki zamanı bilemezsiniz.
Nerden bileceksiniz?”

/ Murathan Mungan 

1978 yılında dünyanın ilk tüp bebeği olarak dünyaya gelen Louise Brown, 2008 yılında anne olmuş ve eşi tarafından annelik yetisi konusunda övgü almıştı. Bu süreçte ise erkeğin spermiyle. kadının yumurtasını rahimde değil de dış ortamda döllenip, sonra tekrar annenin rahmine yerleştiren tüp bebek yöntemi büyük tartışmalara sahne olmuştu. 1952’den başlayan klonlama tarihi boyunca kurbağa, maymun, koyun ve keçi gibi bir çok hayvan klonlanmış ve gerek sosyal hayatın kendisinde, gerek tıp literatüründe biyoetik kavramının insanlık tarafından daha da üzerinde düşünülmesine sebep olacak, insan haklarını tekrar yazdırmaya gidecek bir süreç de başlamış oldu. Bugüne baktığımızda ise Louise Brown’un açtığı tüp bebek yöntemiyle bir çok çift bebek sahibi oluyor ve toplum içerisinde o zamana göre kıyaslandığında bu bebek, çocuklukları dahilinde “normal” olarak karşılanıyor, tüp bebek hastaneleri yapılıyor, tüp bebek için devlet teşvikleri veriliyor. Kısacası tüp bebek yöntemi toplum tarafından kanıksanan ve hatta özendirilecek bir konum kazandı.

Tüp Bebek, Klonlama, Kök Hücre tedavisi gibi biyoteknolojide yaşanan bu gelişmeler ile ilgili bir çok film yapılsa da, işin “birey” olgusuna yönelik iki film bu alanda dikkat çekti: Michael Bey’in yönettiği 2005 yapımı The Island(Ada) ve Mark Romanek’in yönettiği 2010 yapımı Never Let Me Go(Beni Asla Bırakma) “doğal olmayan” yollardan klonlama yapılarak, toplumda “doğal olan” yollardan dünyaya gelen insanlara bir nevi yedek organ işlevi gören klon insan algısının klon insanlara yaşattığı dramı, toplumdaki statüsü sinemaya derin diyaloglarla yansıtarak bizlere sorgulatmıştı.

Macar yönetmen Benedek Fliegauf ise,yazıp yönettiği Womb(Rahim) filmi ile halen tartışılan hatta “ilk insan klon bebeği doğurduk” iddialarının ciddiyetle yaşandığı çağımızda olayın bambaşka ama bir o kadar da özlük boyutuna iniyor ki “klonlama” tartışmalarında, biyoetiğin sosyal boyutunda klonlama ilgili gelen eleştirilerin tam da anlatmak istediği,  bir anlamda uç ama bir o kadar da olağan bir aşk hikayesine odaklanıyor ve izleyicisine soruyor “Bir adamı onu tekrar doğuracak kadar sevebilir misiniz?”

ARTIK AŞK İÇİN AŞKI DOĞURMALI AŞK O ZAMAN MI AŞK?

“Ancak ölümsüzlüğe çare bulunduğunda, aşkın ölümlü olduğunu kabullenecektir insanlar.”

/ Murathan Mungan Continue reading »

Eki 222011
 

 

Poster - Melancholia - Melankoli - Lars von Trier - Analiz - Eleştiri

“beni en güzel günümde
sebepsiz bir keder alır
bütün ömrüm beynimde
acı bir tortusu kalır
anlayamam kederimi
bir ateş yakar tenimi
içim dar bulur yerini
gönlüm dağlarda dolanır

ne bir dost ne bir sevgili
dünyadan uzak bir deli
beni sarar melankoli

ne kış ne yazı isterim
ne bir dost yüzü isterim
hafif bir sızı isterim
ağrılar sancılar gelir
yanıma düşer kollarım
görünmez olur yollarım
hem sevgini hem elleri
önüme ölüm serilir

ne bir dost ne bir sevgili
dünyadan uzak bir deli
beni sarar melankoli”

/ Sabahattin Ali – ‘Melankoli’ şiiri

Kıyamet melankolisi üzerine 2011 yapımı Melancholia(Melankoli) filmiyle Lars Von Trier, Alman izole estetizmini öven resim, edebiyat, felsefe, psikoloji, sosyoloji, bilim, müzik akımlarını bir potada eritirken, diğer yandan  Dogville, Manderlay ve son olarak da Antichrist(Deccal) (Film analizi için tıklayınız filminde olduğu gibi, kendisine göre yobaz dini görüşlere karşı duruşundan geri kalmayarak, senaryosunun odağına taşıyan izlecini bu sefer,” insanların melankolik davranışlarının “dinen günah”” olarak adledilmesine protest bir tavır olarak yakmıştır.

64. Cannes Film Festivali’nde Palme d’Or ödülü adayı olan film, ödülü, Melancholia’nın senaryosuyla kozmik görüntüler ve makro evrende insan örüntüsüne indirgemeci yaklaşımı irdelemesi açısından benzeşen öğeler taşıyan Terres Malick yönetmenliğinde çekilen “Tree Of Life” filmine kaptırırken, “en iyi kadın oyuncu” ödülüne ise oyuncusu Kirsten Dunst layık görülmüştür. Bu ödü,l 2009 yılında yine bir Trier filmi olan “Antichrist“ filmindeki çarpıcı rolüyle Charlotte Gainsbourg’a verilmişti. Trier’in dengesiz kadın rollerindeki yeni gözdesi olan Gainsbourg, Melancholia filminde de Dunst ile birlikte baş rolde yer alıyor.

Sanat Tarihinin Dağınık Sembolleriyle yaşatılan İdeoloji

“Yüceltmenin dinamiği idealleştirmeyi seferber ederek, depresif boşluğun etrafına ve o boşlukla birlikte bir hiper-gösterge dokur. Bu artık var olmayanın görkem olarak  alegorisidir. Altta yatan ve örtük durumdaki var olmayanın yerine ve adına yüce anlam, geçiciliğin yerini alan yapıntı budur.”

/ Julia Kristeva

Trier, Cannes’daki basın toplantısı sırasında, daha sonra özür dilemesine sebep olacak “Hitler’i anladığına”  ilişkin ifadeleri nedeniyle oldukça tepki gösterilen ve hatta kovulan bir duruma düşmesinin altında, Alman ekolünün içinde yoğunlukla barınan ve Hitler dönemini de kapsayan “ideloji””, ojenizm”, “paganizm”,” yobaz karşıtlığı”,”sekülerizm” ,”burjuva karşıtlığı” gibi öğeleri filmine de yansıtacağı şekilde el üstünde tutması ve hatta özümsemesi yatmaktadır.

Sadece Trier’e özgü olmayan, örneğin Sartre’nin hocası Martin Heidegger’de de gördüğümüz benzer hayranlık sürecinde olduğu gibi daha sonra pişmanlık arzedecek mi bilinmez, sanat üretimlerine sıklıkla ilham kaynağı olan Hitler-Nazi Almanyası’nın önemli tartışmaların, ideolojiyle beslenen bilimsel, felsefi, müzik ve sanatsal çalışmaların dönemi olduğu da aşikardır.

Melancholia - Melankoli - Lars von Trier - Sinema - Film - Analiz - Eleştiri

Continue reading »

Ağu 082011
 

mr nobody - bay hiç kimse - afiş - sinema - eleştiri - analiz

Âşksız olma ki ölü olmayasın. Âşkta öl ki diri kalasın..”
/ Mevlana

Daha önce 1996 yapımı uzun metrajlı çalışması “The Eighth Day” gibi oldukça dramatik bir filme imza atarak, yerinin farklı olduğunu hissettiren Belçikalı Jaco Van Dormael, uzun zaman sonra yine yönetmenliğini ve senaristliğini yaptığı Mr. Nobody / BAY HİÇ KİMSE ile , aşk, sicim teorisi, nedensellik, belirlenemezcilik, bilinçaltı, felsefe, psikiyatri, zamanın lineerliği ile özgür irade sorunu, paralel evrenler gibi 21.y.y.’ın sinemaya uyarlanan senaryolarında da sık başvurulan temalarından oluşan zengin bir seçki bulutuyla zeka, mantık, duygulanım kullanımıyla sinemasında özgün ve özgür bir senaryo üretmeyi başarıyor ve izleyen bir çok izleyici için bir doktrinin odağında bulunan çözüm ve çıkış noktasını da kendi içinde barındıracak kadar da iddialı bir ikilem sunuyor ve hem yönetmenlik, hem her bir detayın felsefi bir gönderme içeren senaryo kurgusu, hem oyunculuk hem de sürrealizm ile görsel sinema dilini hakkını vererek buluşturan ve oldukça önemli katkı sağlayan Hans Zimmer, Eric Satie, Ella Fitzgerald, The Diamonds gibi usta müzisyenlerin parçalarından seçtiği film müziklerine verdiği yaklaşımından dolayı Venedik, Stocholm, Avrupa Film Festivalleri’nden ödüllerle dönmeyi hak ediyor.

ZAMAN LİNEER OLMASAYDI, MANA MADDESELLİK GİBİ İÇİNİ YİTİRİR MİYDİ?

“Seni şimdi bulunduğun yere getirmiş düşünce düzeyi, varmayı hayal ettiğin yere götüremez.”
/ Albert Einstein

Her 20 saniyede bir yiyecek kapısının açıldığı kapalı bir kutuda tutulan bir güvercinin , yiyeceğe kavuşmak için ne yaptığını sorgulamasıyla başlayan film, o an da kanat çırpıyorsa kanat çırptıkça yiyeceğe ulaşacağı motivasyonunu zinde tutacağını ve bunun “Güvercin İtikatı” olarak adlandırılacağını anlatarak, senaryonunun gelmek istediği asıl hikaye hakkında güvercinin de kendine sorduğu düşündürücü bir ipucu sunar: “Bunu hakedecek ne yaptım ben?”

——-
” Jaco Van Dormael, günümüze kadar gelen yazılı felsefede yüzlerce yıllardır tartışılan bir konuyu gündeme getirerek başlıyor: İnsanın yaptıkları kendi bilinci mi yoksa Tanrı gibi dış bir sistem tarafından belirlenen bir nedenselliği mi barındırmaktadır? İnsanı kobay olarak  görme düşüncesine veya özgür irade ile yaptığımıza dair halen keskin bir kanıt yoktur. Sorun halen günümüzde de çözümsüzlüğünü korumaktadır. Başımıza gelen olayları yorumlamak adına, gerek Tanrı’nın olayları değiştirme gücü olduğuna dair inanç, gerekse Descartes gibi Tanrı yokmuş gibi davranarak sorunu çözmeye yönelik usavurmalar ve ahlaki duruşumuzun şekillenişine karşın, Martin Gardner teoloji ile bilimsel kanıtsızlık arasındaki çıkmazda kalan bu sorunun çözümsüzlüğünü şöyle vurgular: Çözülemez, çünkü soruyu nasıl ifade edeceğimizi henüz bilemiyoruz”….

Bu soru kahramanımız Nemo’nun da kendini morgda, boğulurken ve bir otel odasında tanımadığı biri tarafından kafasından silahla vurulurken kendine sorduğu sorudur aynı zamanda.

Akabinde futuristik bir ortamda kendini 34 yaşında, 1975 doğumlu bir halde sandığı bir zaman diliminde sorgulanırken bulduğumuz yaşlı Nemo, o an, kendisinin 118 yaşında olduğuyla kendisinin hafızasını yerine getirmekle görevli yüzü boyalı adam tarafından yüzleşleştirilmektedir.

mr nobody - bay hiç kimse - sinema - eleştiri - analiz

Continue reading »

Mar 062011
 


Compania Antonio Gades: Kanlı Düğün ve Suite Flamenco  - Federico Garcia Lorca

“Ay, bu ne çılgınlık!
Seninle ne yatak paylaşmak istiyorum
ne sofra
ve bütün gün, her dakika
yanında olmayı özlüyorum
sürüklüyorsun beni,
gidiyorum,
dönmemi söylediğinde de
uçarak seni izliyorum,
havada bir tutam ot gibi.
Terk ettim sert bir erkeği
ve bütün sülalesini
düğünün tam ortasında,
tacımı taktıktan sonra.
Cezasını sen çekeceksin,
ben istemiyorum çekmeni.
bırak beni! Kaç, kurtul!
Kimse engellemiyor seni!”

/ Federico Garcia Lorca – Kanlı Düğün’nden

Hakkında en çok kitap yazılan ve inceleme yayımlanan İspanyol oyun yazarı ve halk şairi özelliğine de sahip Federico Garcia Lorca’nın 1932’de yazdığı ve “Köy Trajedileri” üçlemesinin ilki olma özelliği taşıyan ve orjinal adı “Bodas de Sangre”(Blood Wedding) olan “Kanlı Düğün”, 2004 yılında hayatını kaybeden ve flamenko deyince akla ilk gelen isimlerden biri olan dansçı ve koreograf Antonio Gades tarafından 1974 yılında ilk kez baleye uyarlanmıştı. İspanyol yönetmen Carlos Saura’nın İspanyol kültürüne, dansa, flamenkoya olan tutkusu “Kanlı Düğün” ü ve flamenkoyu daha da bilinir kılarken, dans performansı olarak da Dünyanın bir çok yerinde sahnelendi. 5 Mart 2011 akşamı ise Gades’in ismini yaşatan Gades Topluluğu tarafından, artık Lorca’nın, Gades’in ve Saura’nın “Kanlı Düğün”ü de diyebileceğimiz 6 bölümden oluşan bu eser, Cemal Reşit Rey Konser Salonu‘nda tekrar hayat buldu. Gösterinin ikinci bölümünde ise yine Gades Topluluğu’nun koreograflığında “geleneksel flamenko”’nun özelliklerini neredeyse Antonio Gades ismiyle anılan Farruca formuyla, 8 bölümden oluşarak sunulan yanık ağıtlar, agresif ve tutkulu bakışlar ve sert topuk sesleriyle katışan alkışların mest ettiği dans gösterisiyle tamamlandı.

İspanya kültürü için resim sanatı konusunda Salvador Dali nasıl büyük bir basamak ise şiir konusunda Federico García Lorca için aynı yeri hakettiğini söyleyebiliriz.Şairliği dışında ressam ve piyanist olan Lorca’nın, Endülüs köylerinden New York’a, Bounes Aires’e ve tekrar Madrid’e, ve nihai olarak İspanyol iç savaşında sağcı falanjistler tarafından kurşunlanarak öldürüldüğü Granada’ya varan yaşam yolculuğunda bir çok şiir, düşünce, temsil sığdırma başarısı göstermiştir. Arjantin’de Pablo Neruda ile de yolları kesişen, sıkı arkadaşı olan Neruda’nın kendisinden oldukça etkilendiği ve kendisi için yazdığı şiiri bir çok şiir meraklısı ve tarihçi tarafından bilinmektedir. Lorca için şöyle diyordu Neruda : Continue reading »

Şub 062011
 

Çığ - Tuncer Cücenoğlu - Kemal Başar - İstanbul Şehir Tiyatroları

“Nasıl ki ölümü hesaba katmayan yaşamlar yaşayan insanların yaşamları anlamsızdır

– aynı şekilde,

ölüme bilinçle giden yaşamlar yaşayabilen kimi insanlar,

yaşamlarının son anlarıyla,

ortaya yoğun anlam birimleri koyabilirler.”

/ Oruç Aruoba – De Ki İşte’den

40’ı aşkın ülkede Matruşka, Boyacı, Helikopter, Kördövüşü, Sabahattin Ali, Che Guevera ve Şapka gibi oyunlarının sahnelendiği toplumsal ve bireysel sorunlar üzerine yazdığı oyunlarla adını söz ettiren oyun yazarı Tuncer Cücenoğlu’nun, çığ tehlikesi baskısı altında yerleşen korkunun töreyi,otoriteyi kurumsallaştırmasını sağlayacak şekilde itaate dönüşmesiyle, bu vesileyle altında ezilen insani unsurların suskunluğu tandansıyla kurguladığı ve 2002 yılında basılmış“Çığ” oyunu, Cücenoğlu’nun 40. sanat yılını kutladığı 2011 yılında, İstanbul Şehir Tiyatroları’nda tiyatro sanatçısı,yönetmen,oyuncu,çevirmen ve tiyatro eğitmeni, Requiem, Eğri Büğrü gibi yabancı oyunları Türkçe’mize kazandırmış Kemal Başer’in yönetmenliğini, Özge Ökten’in dramaturgluğunu ve Can Atilla’nın müziklerini üstlenerek oynanmaya başladı.

70 kuşağı yazarlarından Tuncer Cücenoğlu’nun yalın bir dille karakterlerine hayat vermesi ve mekanla veya toplumsal, ideolojik veya bireysel bir sıkıntıyla daraltılarak ve bu baskı sayesinde kontrol altında tutulmak istenen insani duygulanımın engellenmesiyle insanlar ve metinler arası ilişkinin form, yer ve zaman değiştiren insanı, özgürlüğü, düşünceyi ve otoriteyi sorgulattıran ve bunları bahsi geçen yalınlığın içerisinde evrensel bir düzleme sokarak özgürleştiren bir yazar olarak tanınıyor.

Çığ - Tuncer Cücenoğlu - Kemal Başar - İstanbul Şehir Tiyatroları

Yazarın Çığ’la da böyle bir düşlemin içerisine seyirciyi soktuğu oyunda, zaman,din, mekan veya coğrafya üzerine herhangi bir bağdaştırılmanın yapılmamasıyla , eleştirmenlere zengin sembolizmaları kullanma imkanı tanınmakla beraber, ilham aldığı anının Doğu Anadolu’da geçmesiyle de gerçekçi bir temel de kazanıyor. Cücenoğlu, oyunun oluşum sürecini şöyle anlatıyor:

“Bir gün değerli yönetmen dostum Yusuf Kurçenli ile söyleşiyorduk. İlginç bir durum anlattı bana… ‘Doğu Anadolu’ da, çevresi dağlarla çevrili bir yerleşim biriminde yaşayan insanlar, kesinlikle yüksek sesle konuşamazlar, kahkaha atamazlar, kısacası gürültü yapamazlarmış… Çünkü yapılan gürültü patırtı çığ düşmesine neden olurmuş. İşin ilginç yanı çığ tehlikesinin, yılın dokuz ayında söz konusu olmasıymış. Bu insanlar yılın yalnızca üç ayında bağırabilirler, silah atabilirler ya da çocuklarını doğurabilirlermiş.”

Bir Parmak Çığlık Boyundan Cesaretlenen Çığ’ın Altında Aranan  İnsanlık Tasviri

Continue reading »

Eki 282010
 

Perfume: The Story of a Murderer - Koku- Patrick Suskind Sinema - Film analizi - eleştiri

“Geçip gitmişti karşısındakinin kendi eti,
kendi kanı olduğu yollu yuvacıl düşünceler.
Toz olmuş dağılmıştı babalı oğullu,
güzel kokan analı duygusal idil.
Elinden çekilip alınmış gibiydi
kendinin de çocuğun da çevresinde düşlediği,
o sımsıcak saran örtü:
Yabancı, soğuk bir yaratık yatmaktaydı dizlerinde,
niyeti düşmanlık olan
bir yabani hayvan;
o kadar ağırbaşlı
ve Tanrı korkusuyla akılcı düşüncenin
yönettiği bir kişiliği olmasaydı
çocuğu bir iğrenme anında,
bir örümcekmiş gibi
fırlatıp atmıştı bile.”

/ “Koku” romanından

Bir çok öyküsü, romanı ve senaryosu bulunan 1949 doğumlu Alman romancı Patrick Süskind, 1985 yılında basılan, 46 dile çevrilen, milyonlarca baskı yapan ve kendisine Gutenberg, Faz gibi ödüllerini kazandıran Koku (Das Parfüm) adlı romanıyla, Almanya’da bir roman hakkında postmodern öğeleri taşıması açısından ciddi ölçüde yankılarla övgüler düzülmesine ve eleştirilerin yapılmasına neden olmuş ve uzun süre çok satanlar listesinde kendi yer bulmuştur.

Fantastik, tarihi, polisiye türünü içinde barındıran bu roman, içerdiği tasvirlerle, kokuyu öyle etkileyici betimlemiş olacak ki okurlar tarafından çok ilgi gördü ve sıradışı adledildi. Bu etkileyici betimlemeler nedeniyle, romanın sinemaya en başarılı uyarlayacakların listesinde Stanley Kubrick, Tim Burton, Peter Jackson gibi yönetmenlerin isimleri anıldı. Süskind’in romanının gerçeküstü öğelerle kaplı ve birbirine çelişkili gibi gözüken durumları nedeniyle bir çok yönetmen bu romanı filme çekilmesi imkansız olarak andı ve dillendirdi. Ancak Süskind’in uzun süre bu roman sayesinde aldığı ödülleri reddettiği gibi, sinemaya uyarlanmaması için ısrarcı tutumu kırıldı ve 2006 yılında, “Run Lola Run” filminden tanıyacağımız Tom Tykwer sayesinde bu zor film, sinemalarda seyirciyle buluştu, film müzikleri ise bir çok kişi tarafından beğeniyle dinlenmeye devam ediyor.

Romanda genel olarak; eklektik bir dille postmodern öğelerin ustaca yerleştirildiği ve bir zincire vurulmuş Prometheus’un öykünülme metaforu “Tanrı-katil” ‘in kendini arayışı çok katmanlı bir şekilde dile getirilmektedir.

Koku - Das Parfum- Parfüm - Patrick Süskind - Sinema - Kitap Eleştiri - Analiz

DÖRT BÖLÜMLÜK ESRİME

Süskind, romanında, Paris’in en kötü kokan ve pislik içindeki pazar yerinde Fransızca’da kurbağa anlamına gelen Grenouille’nin doğumunu anlatarak başlar:

Continue reading »

Eki 232010
 

 

 

Orhan Veli Kanık - Müşfik Kenter - Orhan Veli Şiirleri - Kenterler Tiyatrosu

alıp başımı gitmiştim
koşmuşum Ay’a kadar
üstümde ter kokularımla
yorulmuşum germiştim hamağımı
bahar rüzgarında
yapraklarını sallayan iki ağaca
tam gözlerimi kapattım kapatacağım
diyordum değmeyin keyfime aman ha! ! !

birdenbire duydum ismini
hani şu gürültülü takalar geçerken
sessizlik senin sesinle üzerime gelirken
çekilin Orhaan Velii geliyor diye
kulağıma kuşlar fısıldarken
ya gidin başımdan dedim
yalan söylemeyin yok daha neler
aa sonra bir baktım
gökyüzünü boyuyor biri mavi mavi
bir baktım deniz yırtılmış dikiyor biri
Uzaktan tanıyamadım ama
deniz feneri aydınlattı çehreni

 

Ah ah Orhan Veli
biliyor musun çok özlemişim ben seni
…..

/ Reha BAŞOĞUL – ‘Orhan Veli’yle Konuşuyorum Bedenim Boyalı’ şiirinden. [Şiirin Tamamı için >]

Dünyayı midye kabuğunun aralığından gören ve 14 Kasım 1950’de, 36 yaşında, önce alkol komasından olduğu zannedilen, sonradan bir çukura düşmesinin yarattığı beyin tramvası ile öldüğü raporlanan Orhan Veli Kanık’ın sesi, dramı, çocukluğu ve dünyası çoğumuz için sigara yakarken ki pozuyla Müşfik Kenter’in sesiyle örtüşür, öyle zannedilir.

Müşfik Kenter ise 30 yılını verdiği Orhan Veli’yi anlatma sevdasından hala yorulmamış bir sesle ve azimle vazgeçmedi. Kenter Tiyatrosu’nun  2010-2011 sezonunu açılışı da bu anlamlı etkinliğin 30.yılında perdesini tekrar açtığı tek kişilik oyun oldu. Murathan Mungan’ın oyunlaştırdığı, Oğuz Aral’ın tasarladığı dekorlar, Yüksel Aymaz’ın ışık tasarımı ve Selmi Andak’ın besteleriyle canlı piyano eşliğinde bir Müşfik Kenter gösterisi izledik, yine güldük, eğlendik, duygulandık, andık, doyamadık, özledik…

Orhan Veli - Müşfik Kenter - Şiir - Tiyatro - Kenterler Tiyatrosu

Müşfik Kenter’in sesinden dinlediğimiz, Orhan Veli’nin 43 şiirinden oluşan “Bir Garip Orhan Veli” albümü, Fenerbahçe sahilinde yaz günü,bir gece yarısı, kulağımda walkman, adaları seyrederken, hamakta ve deniz feneri ışığında konuçlanan bana, 10 seneden aşkın süre önce, yukarıda bir kısmına yer verdiğim yani “Orhan Veli ile Konuşuyorum Bedenim Boyalı” şiriini yazdırmıştı. Sonradan düşündüğümde “Boyandım”, “Bulutlar”, “Kim bilir?”,”Kırık Kalpler”, “Göçtüler”, Son Nefes” gibi bazı şiirlerimde Orhan Veli’nin ve Garip akımının etkisinde kaldığımı görebiliyorum.

Orhan Veli - Müşfik Kenter - Ben Orhan Veli

Continue reading »

May 272010
 

Öğütmeyen Değirmenler

hicaz-u puselik ile ay koğuşunda mahkumsak
kuşlarla fesat, yakamozla mahvatsak
birbirini yiyorsa içteki kurtlar
ya vücut rayihalarında lisan diyorsa ram
ya da usulsüzse fezadaki gam
durmuyorsak, arıyorsak
bakıyorsak içe, en dibe bi perva gözlerle
işitiyorsak darb-ı meseller arasında balçıklarımızdaki haramları
göğüs kafeslerimize baykuşlar nakşediyorsa menkup karaltıları
naralar atıyorsa günden kalan yanımızdaki kıvrak vücutlar
sevişiyorsak pespaye nazlı ve ıtri vakitlerde
arşta dedikodular arzda sataşmalar ile doluyorsa havz-ı hayal
hicret vakti yanaşıyorsa urlardan
böylece üstümüze yüklenmişse
somdansa semer
olmuyordur, pişmiyordur,elenmiyordur
öğütemiyordur kerbelada kerahetleri değirmenler

Reha Başoğul

Eki 032009
 

İstanbul Ağrısı

kanatları parça parça bu ağustos geceleri
yıldızlar kaynarken
şangır şungur ayaklarımın dibine dökülen
sen
eğer yine istanbul’san
yine kan köpüklü cehennem sarmaşıkları büyüteceğim

pancak pancak şiirler tüküreceğim
demek yine ben
limandaki direkler ormanında bütün bandıralar ayaklanıyor
kapı önlerinde boyunlarını bükmüş tek tek kafiyeler
yahudi sokaklarını aydınlatan telaviv şarkıları
mavi asfaltlara çökmüş
diz bağlıyor
eğer sen yine istanbul’san
kirli dudaklarını bulut bulut dudaklarıma uzatan
sirkeci garı’nda tren çığlıklarıyle bıçaklanıp
intihar dumanları içindeki haydarpaşa’dan
anadolu üstlerine bakıp bakıp
ağlayan
sen eğer yine istanbul’san
aldanmıyorsam
yakaları karanfilli ibneler eğer beni aldatmıyorsa
kulaklarımdan kan fışkırıncaya kadar
yine senin emrindeyim
utanmasam
gözlerimi damla damla kadehime damlatarak
kendimi yani şu bildiğim atilla ilhan’ı
zehirleyebilirim

sonbahar karanlıkları tuttu tutacak
tarlabaşı pansiyonlarında bekarlar buğulanıyor
imtihan çığlıkları yükseliyor üniversite’den
tophane iskelesi’nde diesel kamyonları sarhoş
direksiyonlarının koynuna girmiş bıçkın şöförler
uykusuz dalgalanıyor

ulan istanbul sen misin
senin ellerin mi bu eller
ulan bu gemiler senin gemilerin mi
minarelerini kurdan gibi dişlerinin arasında
liman liman götüren
ulan bu mazot tüküren bu dövmeli gemiler senin mi
akşamlar yassıldıkça neden böyle devleşiyorlar
neden durmaksızın imdat kıvılcımları fışkırıyor
antenlerinden
neden
peki istanbul ya ben
ya mısralarını dört renkli duvar afişleri gibi boy boy
gümrük duvarlarına yapıştıran yolcu abbas
ya benim kahrım
ya senin ağrın
ağır kabaralarınla uykularımı ezerek deliksiz yaşattığın
çaresiz zehirle kusan çılgın bir yılan gibi
burgu burgu içime boşalttığın
o senin ağrın
o senin

eğer sen yine istanbul’san
yanılmıyorsam
koltuğumun altında eski bir kitap diye götürmek istediğim
sicilyalı balıkçılara marsilyalı dok işçilerine
satır satır okumak istediğim
sen
eğer yine istanbul’san
eğer senin ağrınsa iğneli beşik gibi her tarafımda hissettiğim

ulan yine sen kazandın istanbul
sen kazandın ben yenildim
kulaklarımdan kan fışkırıncaya kadar
yine emrindeyim
ölsem yalnız kalsam cüzdanım kaybolsa
parasız kalsam tenhalarda kalsam çarpılsam
hiç bir gün hiçbir postacı kapımı çalmasa
yanılmıyorsam
sen eğer yine istanbul’san
senin ıslıklarınsa kulaklarıma saplanan bu ıslıklar
gözbebeklerimde gezegenler gibi dönen yalnızlığımdan
bir tekmede kapılarını kırıp çıktım demektir.

ulan bunu sen de bilirsin istanbul
kaç kere yazdım kimbilir
kaç kere kirpiklerimiz kasaturalara dönmüş diken diken
1949 eylül’ünde birader mirc ve ben
sokaklarında mohikanlar gibi ateş yaktık
sana taptık ulan
unuttun mu
sana taptık”

/Attila İlhan

Mar 082009
 

Maske

herbirimizin yüzünde
çeşit çeşit maske

Doğduktan sonra
alınır bir tane
ölmeden önce
satılır bin tane

herbirimizin yüzünde
çeşit çeşit maske

benzemez
hiçbiri birbirine
giyilir
duruma göre

herbirimizin yüzünde
çeşit çeşit maske

görünce
göremezsin çirkinliğini
göremeyince
görürsün güzelliğini

herbirimizin yüzünde
çeşit çeşit maske

gün gelir
ağlar sevdiğine
gün gelir
güler sevmediğine

herbirimizin yüzünde
çeşit çeşit maske

bazen
doğruyu gizler
sevmediğinden
bazen
yanlışı ister
sevdiğinden

herbirimizin yüzünde
çeşit çeşit maske

gece
yokedilir varolanı
gündüz
varedilir yokolanı

herbirimizin yüzünde
çeşit çeşit maske

az bulunur
hep çıkarılamayanı
zor bulunur
hiç takılamayanı

herbirimizin yüzünde
çeşit çeşit maske

kanmaz
kendisinin söylediğine
kanar
başkasının söylemediğine

herbirimizin yüzünde
çeşit çeşit maske

Ve böylece
gelir ki
ölüm döşeğine
karşılar herbirimizi
karanlıktan bir maske
koyulur
tüm maskeler öne
sorulur ki
uyar
bu duruma hangi maske
girer
tek başına kabire
istenir ki
benzemelidir
herbirimize
doğarken giydirilene

herbirimizin yüzünde
çeşit çeşit maske

Reha Başoğul

Eki 102008
 

Orhan Veli’yle Konuşuyorum Bedenim Boyalı

alıp başımı gitmiştim
koşmuşum Ay’a kadar
üstümde ter kokularımla
yorulmuşum germiştim hamağımı
bahar rüzgarında
yapraklarını sallayan iki ağaca
tam gözlerimi kapattım kapatacağım
diyordum değmeyin keyfime aman ha! ! !

birdenbire duydum ismini
hani şu gürültülü takalar geçerken
sessizlik senin sesinle üzerime gelirken
çekilin Orhaan Velii geliyor diye
kulağıma kuşlar fısıldarken
ya gidin başımdan dedim
yalan söylemeyin yok daha neler
aa sonra bir baktım
gökyüzünü boyuyor biri mavi mavi
bir baktım deniz yırtılmış dikiyor biri
Uzaktan tanıyamadım ama
deniz feneri aydınlattı çehreni
Ah ah Orhan Veli
biliyor musun çok özlemişim ben seni

bak bak kıskandım şimdi seni
yahu bu bana yapılır mı
elimden almışın deniz kızını?
oh oh cepler de çıkmış dışarı
utanmadan bide sarmışın sırtına balık ağlarını
bedava bunlar galiba…
ne işin var burada senin diye sordun ya
dedim hiç sormaa…
beni de bu havalar mahvetti…
gel gevezelik edelim senle dedin
mahzun duruyorum istersen ilişme dedim
bir sordun neden
bin ah çektim içimden
yine de senin gibi yarım yazmıyorum öyle mısralarımda
yaklaş hele anlatayım sana da
gör bak adalara giden gemiler artık tertemiz geçmiyor
pisletiyorlar güzelim denizimizi
nerde sizin devirdekiler
ya yan yata yata diye söylenirsin değil mi?
sorarım sonra ben onlara
sen üzülme göremedim diye
kurşunkalemim yanımda
tamam tamam unutmadım kırmızı bayraklı
Ah ah Orhan Veli
biliyor musun çok özlemişim ben seni

biraz ölümden konuşalım tamam da
ya öterse ağustosböcekleri
o zaman son nefesimizi veririz işte
görürüz o zaman sonra sonsuz denizi
neyse…
Tüm bedenimi boya sen yine
hani aramızda kalsın ebemkuşağı renginde
Ah ah Orhan Veli
biliyor musun çok özlemişim ben seni

Hayret! …ne sırlar anlatıyorsun da
kafam şişmiyor hayret!
Hala Londra Konferansları’nda bahsediyorsun anladım da
geçti onlar anam babam geçti geçti
şimdi herkes seçimleri sakız gibi çiğniyor ağızlarında
biliyor musun
hani derdin ya
bu gaz maskeleri ay ışığını bilir mi
hep bir ağızdan şarkı söyleyebilir mi
orda duralım…bak onlar geçmedi işte
şimdi de mekanik insanlar çıkarttılar başımıza
aklın sıra
güya şiir yazacaklarmış yavuklusuna
hem de güneş batışında hem de Rumeli Hisarı’nda
peh.. bu da senin falcı kadının sözü olsa olsa
Ah ah Orhan Veli
biliyor musun çok özlemişim ben seni

lakırdılarını, aşklarını anlattın bana tüm gece
ne hayatın varmış senin öyle bee
şeytana uymuşun bi de
eski karının dedikodusunu yapmıyor musun bak yine
sakın ha! hiç değişme
avunalım şairliğimizle işte
Bak aman söyleme Melih Cevdet’le Oktay Rıfat’a
bir sır vereceğim sana
ben sırf seni sevdiğim için seviyorum onları
Mahmut gibi dalga geçmesinler sonra
Ah ah Orhan Veli
biliyor musun çok özlemişim ben seni

Kadınlar mı dedin?
haha ben Mualla’yı atmamıştım sandala ama
senin kadar çılgındım tasalanma
çok çocukluk yaptım senin gibi ben de çok kadınla
adlarını sorma…
yok öyle yağma…
üşenme edebiyat tarihçilerine sor sen de…
ne çektirdin herkese be
bir isim uğruna öyle kütüphanelerde.
hiç komik değil, gülme öyle…
onu bırak da
ben en çok şu balıkçıları anlatırken baktım senin gözlerine
nasıl gözlerdi öyle be
benimkiler bile kıskandı senden akanları
Ah ah Orhan Veli
biliyor musun çok özlemişim ben seni

hadi içelim şu rakıdaki balıkla
salatayı iliştir üstüne dedin de
süt içerim ben dedim de yüzünü ekşittin
meraksız çocuk musun oğlum dedin
kıramadım seni koydum bir kaç damla
o zaman da kafanı ben şişirdim
Ah ah Orhan Veli
biliyor musun çok özlemişim ben seni

bilmezler işte yalnız yaşamayanlar
nasıl korku verir sessizlik insana
nasıl koşarlar aynalara
bir cana hasret
Asıl sen söyle bakalım
biliyorum serde erkeklik var ama
Ağlasam
Sesi mi duyar mıydın mısralarımda
dokunabilir misin gözyaşlarıma
o yerdesin işte biliyorsun
epeyce yaklaşmışım ben sana
seni duydum, gördüm tamam da
nasıl anlatacağım seni
geri döndüğümde insanlara
aman boşveer altı üstü derler deli
gel ağ toplayalım senle bir güzel şimdi
Ah ah Orhan Veli
biliyor musun çok özlemişim ben seni

ya baksana
insan olmak derdin, hür olalım derdin de
niye esir oldum ben sana bu kadar
kelle fiyatına mı yoksa bu da?
Ah ah Orhan Veli
biliyor musun çok özlemişim ben seni

Reha Başoğul

Ağu 142006
 

Tarihi Mısır mistisizmi olduğuna dayandırılan ama daha eski olduğu çıkarımsamalar neticesinde kolayca anlaşılabilecek ölü dünyayla geleceğe dayalı bir sohbet esnasını yaratma hali.

Film endüstrisinden güncel örneklerden “the matrix”, “300”, “minority report” verilebilir ki, kitap olarak da verebileceğim örnek “tibetin ölüler kitabı” dır.

Ağu 062006
 

Ölü Cenin Hatıraları
yine o savaşçı deli kadın
soyunun kabuğunu soyuyor
ağlayan doğum ormanlarında
başını çeviriyor günışığı
bir batımlık soğuyor zaman
kalbini dağlıyor sırtlan gülüşü bacakları

yine o savaşçı deli kadın
üstünde kirli çamaşırları
akıl suyu değirmenleri altında
pamuk tarlalarına kayıp gidiyor akıntısı
bir batımlık soğuyor zaman
yüzük parmağında kalakalmış yılan dili acısı

yine o savaşçı deli kadın
rüyasını anlatıyor sürünün sonuna
baharı teselli ediyor karçiçekleri
posasında serpili kum yasası
bir batımlık soğuyor zaman
kozadan çıkartılıyor baltaların sapı

yine o savaşçı deli kadın
ateşten şişlerle örüyor
göz arkasındaki bezleri
inkar ediyor yalnızlığını
bir batımlık soğuyor zaman
dizlerinde kesik düğüm kalıntısı

yine o savaşçı deli kadın
köle siyahı biriktiren ayaları talip
diri diri bayıltılan günahlarına
tek celsede boşaltılıyor yaşamı
bir batımlık soğuyor zaman
buz üstünde bulunuyor kalem kutuları

yine o savaşçı deli kadın
dişlerini arıyor sokakların yırtık cebinde
öykünüyor yelkenli merdivenlere
sıçramış düşlerine sarı adımları
bir batımlık soğuyor zaman
sesinde kızarmış duvar yazıları

yine o savaşçı deli kadın
tüylerinde mandallı çığlıklar
kusarak çizmiş hortlakları
görgü tanığı gardiyanları boğazlıyor tualini
bir batımlık soğuyor zaman
koltuğuna dikiliyor masabaşı çıngırakları

yine o savaşçı deli kadın
dudağında yükseliyor uçuk takımadaları
kaşlarını geriyor çarmıha
göğüs kemiğine bağlanmış kuduz köpek tasmaları
bir batımlık soğuyor zaman
omuzlarına düşüyor asırlık çam ağaçları

yine o savaşçı deli kadın
ödlek ellerine küsüyor suratı
kendi yurdunda bozgunda eklem yuvaları
görülmemiş bir kuşa aşık
bir batımlık soğuyor zaman
kolunu da uçuruyor kanatlarının hafızası

yine o savaşçı deli kadın
kazıyor gökten altı başlı Ayışığını
deri pazarındaki ucubelerle
akik taşı savaşlarını anlatıyor
bir batımlık soğuyor zaman
karaya vuruyor ölü cenin hatıraları

Reha Başoğul