May 242014
 

nymphmaniac posters - lars von trier - analiz - eleştiri

“Hiçbir orgazm yaşamadığımızı kabul etmek istemezsiniz, belki.
Belki de, orgazmların ne olduğunu, aşağı yukarı hangi stilde geldiklerini
ve sizce nasıl elde edilebilir
incelmiş farkındalıkların,
davetkar seslerin ve sessizliğin alemine girmek istiyorsunuzdur.

Gerçekte, orgazmın tarihi,
dünya tarihinden başka bir şey değildir.

Aslında, her yerdedir orgazmlar, her ne kadar
“bir orgazm nedir” sorulduğunda kendi kendimizi
sözcüksüz bulsak da.
Bazıları inanç diye adlandırır orgazmları,diğerleri müzik olarak görür onları
daha başkaları da, kendi kendimizin
en iyi hali der onlara.

Nasıl tanımlanırsa tanımlansınlar, orgazmlar
büyük keyiftir erkeklerde ve kadınlarda, 
iyide ve kötüde, görünür ve görünmezde
gerçek ve gerçek olmayanda 
Herkesin başına gelebilir orgazmlar
ve her çeşit insan için, her çeşit orgazmlar vardır.

Örneğin lirik orgazmlar vardır; hayal edilen,
bir kişi için derin duygular dile getiren…
Balad orgazm vardır sözel olarak canlı kalan,
dramatik orgazm vardır ek izahat gerektirmeyen…
Ve epik orgazm vardır, içinde bir aşığın kahraman ya da
fatih rolünü oynadığı, bir uzun-soluksuz orgazm.

Erkekler çok kez orgazmların kısa
ve göze çarpıcı haikusu’ndan memnundurlar…
Din adamları ve kasvetli tipler matemli,
mersiye türünden orgazmlardan bahsederler…
Ünlüler ve teşhirciler gösteri orgazmına meyillidirler
– seyirciönünde sahnelenen bir stil olan.
Modası geçik erkek ve kadınlar, kırsal manzaranın ortasında
ortaya çıkan pastoral orgazmlardan asla yorulmaz.

Ve gündüz ve gecenin herhangi bir anında
kaybolmuş orgazmlar dolaşırlar amaçsızca,
sokaklarda bekleyerek bulunmayı.

Önemli olan orgazmlar yüzünden fazla eziyet çekmemektir.
Sevmek zorunda değilsiniz onları.

Dahası üzücü orgazmlar da olabilir, hatta
kayıptan, kederden, umutsuzluktan dem vuran
blues orgazmları da olabilir
Sadece sabırlı olun.
Oturun kendinizi evinizde hissedin, gevşeyin ve bekleyin…
Bırakın uzun süre kalsınlar derinliklerinizde.
Hissedin telkin edici ritim ve modellerini.

Bilin uygun anlarını: Onların küçük ayakları
üstünüzden tekrar tekrar geçerken
ve yavaş yavaş beyninizi
bedeninizi ve yüreğinizi ele geçirirken.

/Kadın şair Nin Andrews’ın “Orgazmı Tanımlama” şiirinden…

Lars Von Trier, AntiChrist(Deccal), Melancholia(Melankoli) filmlerinin ardından “Depresyon Üçlemesi” olarak da adlandırılan serinin son filmini “Nymphomaniac” ile tamamladı. Türkiye’de “İtiraf I”  ve “İtiraf II” isimleriyle yayımlanması beklenen filmin gösterimi sinemalarda yasaklandı, mecliste dahi tartışıldı ve bir çok kültür-sanat-edebiyat eserini sansürlemesi veya yasaklaması ile faşizm ve utanç suçları tarihinde hatırı sayılır yeri olan AKP hükümetine yine bir çok tepki oluştu. Filmin diğer ülkelerde 18+ uyarısıyla yayınlanırken, aralarında Nuri Bilge Ceylan, Reha Erdem, Yeşim Ustaoğlu, Onur Ünlü gibi yönetmeler de olmak üzere bir çok sanatçı, yazar, yönetmen yaş sınırına rağmen Türkiye’de yasaklanmasına kınamayla tepki gösterdi.  Faşizan sansürün fıtratında olduğu gibi  yasaklanma,  filme olan ilgiyi daha çok arttırdı ve üniversitelerde, internette izlendi ve kritiği daha fazla yapılan hale geldi. Trier sinemasının “pornografik” olduğu iddiasıyla eleştirilmesi ve rahatsız olunması ise takipçileri için sıradan, sığ ve anlamsız bulunmaya devam ediyor. Zira Trier’in “İyi bir film ayakkabının içerisine kaçan çakıl taşı gibi olmalıdır.” sözüyle belirttiği gibi filmlerinden rahatsız olunması, tıpkı Haneke’de olduğu gibi Trier için de “rahatsız ederek toplumsal bir olguyu sorgulatmaya ve anlamaya dair” başarıya ulaşma eşiğini temsil ediyor.

 

Nympomanyak - Lars Von Trier - Poster

“Aşkı unutun” sloganıyla fragmanları yayımlanan Nymphomaniac’ta, filmin senaristliğini ve yönetmenliğini üstlenen Trier’in kendi sinema geçmişinin olduğu kadar, Trier sinemasının kamera önünden ve kamera arkasından ve de Trier’in bilinç dışı referanslarını barındırması açısından da önem kazanıyor ve gerek ideolojik örüntüsü, gerek anlatım tekniği, gerekse içeriğin felsefedeki karşılığı, Trier’in doğuştan gelen, tarihte ve bilimde sıkça karşılık bulan seksüel birikimin sinema diliyle yaptığı varoluşçu psikanalize uygunluğuyla incelemeye değer bir bulmaca sunuyor.


Filmin Brechthyen Estetikle Yapıbozumsal İskeleti

“Amaçlarımız uğruna duygular bile dünya görüşümüzü desteklemek için kanıt olarak kullanılmalıdır.”

/Piscator

Continue reading »

Eyl 182012
 

Womb - Rahim - Poster - Afiş - Sinema - Eleştiri - Analiz

” Aşkın gerçekliği yoktur.
Zamanı vardır.
Her aşk kendi zamanı içinde gerçektir.
Yaşamda hiçbir şeyin olmadığı kadar gerçek.
Su balığın hem varoluşu hem zamanıdır.
Suyun zamanı gibi aşkın da zamanı vardır.
Kendi zamanı.
Sudan çıktıktan sonraki zamanda, sudaki zamanı bilemezsiniz.
Nerden bileceksiniz?”

/ Murathan Mungan 

1978 yılında dünyanın ilk tüp bebeği olarak dünyaya gelen Louise Brown, 2008 yılında anne olmuş ve eşi tarafından annelik yetisi konusunda övgü almıştı. Bu süreçte ise erkeğin spermiyle. kadının yumurtasını rahimde değil de dış ortamda döllenip, sonra tekrar annenin rahmine yerleştiren tüp bebek yöntemi büyük tartışmalara sahne olmuştu. 1952’den başlayan klonlama tarihi boyunca kurbağa, maymun, koyun ve keçi gibi bir çok hayvan klonlanmış ve gerek sosyal hayatın kendisinde, gerek tıp literatüründe biyoetik kavramının insanlık tarafından daha da üzerinde düşünülmesine sebep olacak, insan haklarını tekrar yazdırmaya gidecek bir süreç de başlamış oldu. Bugüne baktığımızda ise Louise Brown’un açtığı tüp bebek yöntemiyle bir çok çift bebek sahibi oluyor ve toplum içerisinde o zamana göre kıyaslandığında bu bebek, çocuklukları dahilinde “normal” olarak karşılanıyor, tüp bebek hastaneleri yapılıyor, tüp bebek için devlet teşvikleri veriliyor. Kısacası tüp bebek yöntemi toplum tarafından kanıksanan ve hatta özendirilecek bir konum kazandı.

Tüp Bebek, Klonlama, Kök Hücre tedavisi gibi biyoteknolojide yaşanan bu gelişmeler ile ilgili bir çok film yapılsa da, işin “birey” olgusuna yönelik iki film bu alanda dikkat çekti: Michael Bey’in yönettiği 2005 yapımı The Island(Ada) ve Mark Romanek’in yönettiği 2010 yapımı Never Let Me Go(Beni Asla Bırakma) “doğal olmayan” yollardan klonlama yapılarak, toplumda “doğal olan” yollardan dünyaya gelen insanlara bir nevi yedek organ işlevi gören klon insan algısının klon insanlara yaşattığı dramı, toplumdaki statüsü sinemaya derin diyaloglarla yansıtarak bizlere sorgulatmıştı.

Macar yönetmen Benedek Fliegauf ise,yazıp yönettiği Womb(Rahim) filmi ile halen tartışılan hatta “ilk insan klon bebeği doğurduk” iddialarının ciddiyetle yaşandığı çağımızda olayın bambaşka ama bir o kadar da özlük boyutuna iniyor ki “klonlama” tartışmalarında, biyoetiğin sosyal boyutunda klonlama ilgili gelen eleştirilerin tam da anlatmak istediği,  bir anlamda uç ama bir o kadar da olağan bir aşk hikayesine odaklanıyor ve izleyicisine soruyor “Bir adamı onu tekrar doğuracak kadar sevebilir misiniz?”

ARTIK AŞK İÇİN AŞKI DOĞURMALI AŞK O ZAMAN MI AŞK?

“Ancak ölümsüzlüğe çare bulunduğunda, aşkın ölümlü olduğunu kabullenecektir insanlar.”

/ Murathan Mungan Continue reading »

Haz 262012
 

“The Great Masters” Sergisi: Leonardo, Michelangelo ve Raffaello, Fotoğraf: Reha Başoğul

“Eğer sanatçı, kendini onlara aşık eden güzellikleri görmek istiyorsa, onları yaratacak efendidir.
Eğer tüyler ürperten büyük şeyleri, onu güldürecek ya da gerçekten tutku uyandıran şeyleri görmek
istiyorsa onların efendisi ve Tanrı’sıdır… Aslında, evrende öz, varoluş ya da hayal gücü olarak ne varsa
bu onun önce zihnine düşer, sonra ellerine yansır.”

/ Leonardo Da Vinci

İstanbul, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi ve Arter Tasarım’ın gerçekleştirdiği Türkiye’nin ilk interaktif sergisi özelliğiyle, Tophane-i Amire Kültür ve Sanat Merkezi’nde 31 Temmuz 2012 tarihine kadar İtalyan Rönesansı’nın üç ustasını, Leonardo Da Vinci, (1452-1519) ,Michelangelo Buonarroti(1475-1564),  Raffaello Sanzio’yu(1483-1520) ağırlayacak. Sergide Rönesans ustalarının tüm eserleri olmasa da, sayısız kere replikaları yapılacak kadar önemli, dünya bilim, kültür,sanat tarihinde çok önemli yeri olan Davut Heykeli, Atina Okulu, Sistine Şapeli tavanı freskleri, San Pietra Bazilikası kubbesi, Leonardo’nun not defterlerindeki mekanik ve mühendislik çizimlerinden ve tanımlamalarından yola çıkılarak hazırlanan maketler ile Son Akşam Yemeği eserlerine yer veriliyor.

Kuşkusuz serginin böyle deha özellikleri taşıyan eserlerine yer vermesi dışında, Vestel’in ana sponsorluğu sayesinde, sergideki bu eserlerin bazılarına interaktif bir deneyimle özümsetilmeye çalışan bir özelliği de söz konusu.

Her üçünü daha yakından tanıdığımızda, multidisipliner ve çoklu zeka kuramına uyacak şekilde, farklı yetenekleri ile şair, mimar, heykeltraş, ressam, tasarımcı, mühendis, müzisyen özelliklerini kapılmış gibi gözüken durum Brunelleschi’nin Floransası içindeki görünümde deha denilen ve özellikle Leonardo’un sanat ve bilim adına getirdiği düzlemde zenginliği görürken, bir bilgin olmadan, sadece sanat üzerine mimar,şair,heykeltraş, ressam gibi Michelangelo’yu görüyoruz. Raffaello ile gelen XVI. yüzyılda ise, büyük üstatların sadece tek bir sanatta karar kıldığı bir tercihin öne çıktığını söyleyebiliriz.

“The Great Masters” Sergisi: Leonardo, Michelangelo ve Raffaello, Fotoğraf: Reha Başoğul

Her üçünün bir sergide yer almasının bu açıdan da izlenmesinin faydalı olacağını düşünürken, karakteristik özellikleri itibariyle her üçünün de solak olması, ustalarının etkisinde kalmaları, altın oran kullanmaları, çeşitli disleksi, asperger sendromu gibi biyolojik ve psikojik rahatsızlıklar atfedilmesi de dönemin eserlerine bakış açımızı genişletebilir.

İşin ilginç taraflarından bir diğeri de Michelangelo’nun Leonardo’dan yirmi üç yaş küçük olması ve bu süreçte birbirleri arasında sürtüşmeler yaşamaları ve birbirlerinden hoşlanmamaları, Raffaello’nun ise, böyle iki ustanın yarattıkları sonrası kendine nasıl bir alan açacağı konusunda akıl karışıklığı ve sonra kendisini bulabilmesi, bu üç ustanın bazı eserlerinin oluşmasında motive eden etkenlerden biri olduğu gerçeğidir.

Sergiyi gezerken, her üçünün de eserlerinin üretim zamanlamaları ve kendilerinin dışında gelişen sosyo-ekonomik ve ekonomi politik gerçeklerle incelemenizin faydası olacaktır.

SERGİDEKİ LEONARDO DA VINCI’NIN ESERLERİ (1452-1519)

“Eserleri kısaltanlar, bilgi ve sevgiyi yaralar… Hakkında tam bilgi vermeye yemin ettiği şeylerin parçalarını kısaltmak için
bütünsel olarak ortaya konmuş şeylerin büyük bir bölümünü dışarıda bırakanın ne değeri vardır ki? İnsan ahmaklığı!
Ağacın kereste yapmaya yaradığını göstermek için tümü yapraklarla, çiçek ve meyvelerle bezenmiş bir ağacı çıplak bırakan insanla
aynı hataya düştüğünüzü görmüyorsunuz.”

/ Leonardo Da Vinci

Continue reading »

Eki 222011
 

 

Poster - Melancholia - Melankoli - Lars von Trier - Analiz - Eleştiri

“beni en güzel günümde
sebepsiz bir keder alır
bütün ömrüm beynimde
acı bir tortusu kalır
anlayamam kederimi
bir ateş yakar tenimi
içim dar bulur yerini
gönlüm dağlarda dolanır

ne bir dost ne bir sevgili
dünyadan uzak bir deli
beni sarar melankoli

ne kış ne yazı isterim
ne bir dost yüzü isterim
hafif bir sızı isterim
ağrılar sancılar gelir
yanıma düşer kollarım
görünmez olur yollarım
hem sevgini hem elleri
önüme ölüm serilir

ne bir dost ne bir sevgili
dünyadan uzak bir deli
beni sarar melankoli”

/ Sabahattin Ali – ‘Melankoli’ şiiri

Kıyamet melankolisi üzerine 2011 yapımı Melancholia(Melankoli) filmiyle Lars Von Trier, Alman izole estetizmini öven resim, edebiyat, felsefe, psikoloji, sosyoloji, bilim, müzik akımlarını bir potada eritirken, diğer yandan  Dogville, Manderlay ve son olarak da Antichrist(Deccal) (Film analizi için tıklayınız filminde olduğu gibi, kendisine göre yobaz dini görüşlere karşı duruşundan geri kalmayarak, senaryosunun odağına taşıyan izlecini bu sefer,” insanların melankolik davranışlarının “dinen günah”” olarak adledilmesine protest bir tavır olarak yakmıştır.

64. Cannes Film Festivali’nde Palme d’Or ödülü adayı olan film, ödülü, Melancholia’nın senaryosuyla kozmik görüntüler ve makro evrende insan örüntüsüne indirgemeci yaklaşımı irdelemesi açısından benzeşen öğeler taşıyan Terres Malick yönetmenliğinde çekilen “Tree Of Life” filmine kaptırırken, “en iyi kadın oyuncu” ödülüne ise oyuncusu Kirsten Dunst layık görülmüştür. Bu ödü,l 2009 yılında yine bir Trier filmi olan “Antichrist“ filmindeki çarpıcı rolüyle Charlotte Gainsbourg’a verilmişti. Trier’in dengesiz kadın rollerindeki yeni gözdesi olan Gainsbourg, Melancholia filminde de Dunst ile birlikte baş rolde yer alıyor.

Sanat Tarihinin Dağınık Sembolleriyle yaşatılan İdeoloji

“Yüceltmenin dinamiği idealleştirmeyi seferber ederek, depresif boşluğun etrafına ve o boşlukla birlikte bir hiper-gösterge dokur. Bu artık var olmayanın görkem olarak  alegorisidir. Altta yatan ve örtük durumdaki var olmayanın yerine ve adına yüce anlam, geçiciliğin yerini alan yapıntı budur.”

/ Julia Kristeva

Trier, Cannes’daki basın toplantısı sırasında, daha sonra özür dilemesine sebep olacak “Hitler’i anladığına”  ilişkin ifadeleri nedeniyle oldukça tepki gösterilen ve hatta kovulan bir duruma düşmesinin altında, Alman ekolünün içinde yoğunlukla barınan ve Hitler dönemini de kapsayan “ideloji””, ojenizm”, “paganizm”,” yobaz karşıtlığı”,”sekülerizm” ,”burjuva karşıtlığı” gibi öğeleri filmine de yansıtacağı şekilde el üstünde tutması ve hatta özümsemesi yatmaktadır.

Sadece Trier’e özgü olmayan, örneğin Sartre’nin hocası Martin Heidegger’de de gördüğümüz benzer hayranlık sürecinde olduğu gibi daha sonra pişmanlık arzedecek mi bilinmez, sanat üretimlerine sıklıkla ilham kaynağı olan Hitler-Nazi Almanyası’nın önemli tartışmaların, ideolojiyle beslenen bilimsel, felsefi, müzik ve sanatsal çalışmaların dönemi olduğu da aşikardır.

Melancholia - Melankoli - Lars von Trier - Sinema - Film - Analiz - Eleştiri

Continue reading »

Ağu 082011
 

mr nobody - bay hiç kimse - afiş - sinema - eleştiri - analiz

Âşksız olma ki ölü olmayasın. Âşkta öl ki diri kalasın..”
/ Mevlana

Daha önce 1996 yapımı uzun metrajlı çalışması “The Eighth Day” gibi oldukça dramatik bir filme imza atarak, yerinin farklı olduğunu hissettiren Belçikalı Jaco Van Dormael, uzun zaman sonra yine yönetmenliğini ve senaristliğini yaptığı Mr. Nobody / BAY HİÇ KİMSE ile , aşk, sicim teorisi, nedensellik, belirlenemezcilik, bilinçaltı, felsefe, psikiyatri, zamanın lineerliği ile özgür irade sorunu, paralel evrenler gibi 21.y.y.’ın sinemaya uyarlanan senaryolarında da sık başvurulan temalarından oluşan zengin bir seçki bulutuyla zeka, mantık, duygulanım kullanımıyla sinemasında özgün ve özgür bir senaryo üretmeyi başarıyor ve izleyen bir çok izleyici için bir doktrinin odağında bulunan çözüm ve çıkış noktasını da kendi içinde barındıracak kadar da iddialı bir ikilem sunuyor ve hem yönetmenlik, hem her bir detayın felsefi bir gönderme içeren senaryo kurgusu, hem oyunculuk hem de sürrealizm ile görsel sinema dilini hakkını vererek buluşturan ve oldukça önemli katkı sağlayan Hans Zimmer, Eric Satie, Ella Fitzgerald, The Diamonds gibi usta müzisyenlerin parçalarından seçtiği film müziklerine verdiği yaklaşımından dolayı Venedik, Stocholm, Avrupa Film Festivalleri’nden ödüllerle dönmeyi hak ediyor.

ZAMAN LİNEER OLMASAYDI, MANA MADDESELLİK GİBİ İÇİNİ YİTİRİR MİYDİ?

“Seni şimdi bulunduğun yere getirmiş düşünce düzeyi, varmayı hayal ettiğin yere götüremez.”
/ Albert Einstein

Her 20 saniyede bir yiyecek kapısının açıldığı kapalı bir kutuda tutulan bir güvercinin , yiyeceğe kavuşmak için ne yaptığını sorgulamasıyla başlayan film, o an da kanat çırpıyorsa kanat çırptıkça yiyeceğe ulaşacağı motivasyonunu zinde tutacağını ve bunun “Güvercin İtikatı” olarak adlandırılacağını anlatarak, senaryonunun gelmek istediği asıl hikaye hakkında güvercinin de kendine sorduğu düşündürücü bir ipucu sunar: “Bunu hakedecek ne yaptım ben?”

——-
” Jaco Van Dormael, günümüze kadar gelen yazılı felsefede yüzlerce yıllardır tartışılan bir konuyu gündeme getirerek başlıyor: İnsanın yaptıkları kendi bilinci mi yoksa Tanrı gibi dış bir sistem tarafından belirlenen bir nedenselliği mi barındırmaktadır? İnsanı kobay olarak  görme düşüncesine veya özgür irade ile yaptığımıza dair halen keskin bir kanıt yoktur. Sorun halen günümüzde de çözümsüzlüğünü korumaktadır. Başımıza gelen olayları yorumlamak adına, gerek Tanrı’nın olayları değiştirme gücü olduğuna dair inanç, gerekse Descartes gibi Tanrı yokmuş gibi davranarak sorunu çözmeye yönelik usavurmalar ve ahlaki duruşumuzun şekillenişine karşın, Martin Gardner teoloji ile bilimsel kanıtsızlık arasındaki çıkmazda kalan bu sorunun çözümsüzlüğünü şöyle vurgular: Çözülemez, çünkü soruyu nasıl ifade edeceğimizi henüz bilemiyoruz”….

Bu soru kahramanımız Nemo’nun da kendini morgda, boğulurken ve bir otel odasında tanımadığı biri tarafından kafasından silahla vurulurken kendine sorduğu sorudur aynı zamanda.

Akabinde futuristik bir ortamda kendini 34 yaşında, 1975 doğumlu bir halde sandığı bir zaman diliminde sorgulanırken bulduğumuz yaşlı Nemo, o an, kendisinin 118 yaşında olduğuyla kendisinin hafızasını yerine getirmekle görevli yüzü boyalı adam tarafından yüzleşleştirilmektedir.

mr nobody - bay hiç kimse - sinema - eleştiri - analiz

Continue reading »

Eki 282010
 

Perfume: The Story of a Murderer - Koku- Patrick Suskind Sinema - Film analizi - eleştiri

“Geçip gitmişti karşısındakinin kendi eti,
kendi kanı olduğu yollu yuvacıl düşünceler.
Toz olmuş dağılmıştı babalı oğullu,
güzel kokan analı duygusal idil.
Elinden çekilip alınmış gibiydi
kendinin de çocuğun da çevresinde düşlediği,
o sımsıcak saran örtü:
Yabancı, soğuk bir yaratık yatmaktaydı dizlerinde,
niyeti düşmanlık olan
bir yabani hayvan;
o kadar ağırbaşlı
ve Tanrı korkusuyla akılcı düşüncenin
yönettiği bir kişiliği olmasaydı
çocuğu bir iğrenme anında,
bir örümcekmiş gibi
fırlatıp atmıştı bile.”

/ “Koku” romanından

Bir çok öyküsü, romanı ve senaryosu bulunan 1949 doğumlu Alman romancı Patrick Süskind, 1985 yılında basılan, 46 dile çevrilen, milyonlarca baskı yapan ve kendisine Gutenberg, Faz gibi ödüllerini kazandıran Koku (Das Parfüm) adlı romanıyla, Almanya’da bir roman hakkında postmodern öğeleri taşıması açısından ciddi ölçüde yankılarla övgüler düzülmesine ve eleştirilerin yapılmasına neden olmuş ve uzun süre çok satanlar listesinde kendi yer bulmuştur.

Fantastik, tarihi, polisiye türünü içinde barındıran bu roman, içerdiği tasvirlerle, kokuyu öyle etkileyici betimlemiş olacak ki okurlar tarafından çok ilgi gördü ve sıradışı adledildi. Bu etkileyici betimlemeler nedeniyle, romanın sinemaya en başarılı uyarlayacakların listesinde Stanley Kubrick, Tim Burton, Peter Jackson gibi yönetmenlerin isimleri anıldı. Süskind’in romanının gerçeküstü öğelerle kaplı ve birbirine çelişkili gibi gözüken durumları nedeniyle bir çok yönetmen bu romanı filme çekilmesi imkansız olarak andı ve dillendirdi. Ancak Süskind’in uzun süre bu roman sayesinde aldığı ödülleri reddettiği gibi, sinemaya uyarlanmaması için ısrarcı tutumu kırıldı ve 2006 yılında, “Run Lola Run” filminden tanıyacağımız Tom Tykwer sayesinde bu zor film, sinemalarda seyirciyle buluştu, film müzikleri ise bir çok kişi tarafından beğeniyle dinlenmeye devam ediyor.

Romanda genel olarak; eklektik bir dille postmodern öğelerin ustaca yerleştirildiği ve bir zincire vurulmuş Prometheus’un öykünülme metaforu “Tanrı-katil” ‘in kendini arayışı çok katmanlı bir şekilde dile getirilmektedir.

Koku - Das Parfum- Parfüm - Patrick Süskind - Sinema - Kitap Eleştiri - Analiz

DÖRT BÖLÜMLÜK ESRİME

Süskind, romanında, Paris’in en kötü kokan ve pislik içindeki pazar yerinde Fransızca’da kurbağa anlamına gelen Grenouille’nin doğumunu anlatarak başlar:

Continue reading »

Ağu 032010
 

inception-poster-başlangıç

“Kimim ben?
Rüyasında kelebek olduğunu gören bir insan mı ?
yoksa rüyasında insan olduğunu gören bir kelebek mi? “

/Chuang Tzu

Christoper Nolan, The Dark Night, The Prestige, Batman Begins, Memento ve Following filmleriyle 2000’den sonra sinema dilini, teknolojinin görsel gücüyle birleştiren yapımlara imza atarken, 2010 senesinde “Inception “filmiyle bu konuda otoriteler tarafından “sanat eseri” , “başyapıt” sıfatlarıyla anılacak filmlerden birinin hem senaryosunu yazdı hem yönetti hem de yapımcılığını üstlenmiş de oldu. Nolan, sinemanın daha fazla popülerleşmesine sahne olan teknolojiyi arkasına aldığı bu yapımda rüya olgusunu , her kitleden seyircinin kendinden parçalar bularak alacağı aksiyon, aşk, kurgu, animasyon, simulark,görsel yönetmenlik, soyut alem, gerçeklik gibi olgularla  ve Hans Zimmer’in müzikleriyle de birleştirerek, postmodern sinemanın eksperssiyonizm öğeleri yoğun hissedilen zirve örneklerinden birini gerçekleştirdi.

Inception - Rüyaya ve Hafızaya ilişkin filmler

Bu filmden önce Tarsem Singh’in “The Cell”, Marc Caro ve Jean Pierre Jeunet’in “The City Of Lost Children“, Wachowski kardeşlerin “The Matrix Triology” Josef Rusnak’ın “The Thirteenth Floor“, Alejandro Amenabar’ın “Abre Los Ojos” veya çoğu izleyicinin bildiği versiyonuyla “Vanilla Sky“, Martin Scorsese’nin “Shutter Island“, Richard Linkarter’in “Waking Life“,Darren Aronofsky’nin “The Fountain“, Michel Gondry’nin “The Science of Sleep” ve “Eternal Sunshine of Spotless Mind” ve yine Nolan’ın “Memento” ile hafızanın derinliklerine ve rüya alemlerine yaptığı sinema diliyle yolculuk bu yüzyıl için yeni, ancak insanoğlunun başlangıçtan bugüne kadar gelen hakikat arayışının da görsel yönleriyle anımsatacağı bir derin miras da aynı zamanda.

RÜYALARDAKİ HİPERGERÇEKLİK DUYGUSU

“Rüyaları gerçekleştirmenin en kestirme yolu, uyanmaktır.” / J. M. Powe

Nolan, filmde insanların rüyalarından sır gibi sakladığı bilgileri çalmak için uzmanlaşmış Cobb ve ekibinin dolandırıcılık hikayesine yer verirken, insanların bilinçdışılarına yaptıkları yolculukta da Cobb’un ancak rüyalarda yaşatabileceğine inandığı eşi Mal’u defalarca acı, özlem,ihanet ve tramvatik normlarla karşısına çıkartıyor. Eşi hakkındaki düşüncelerine ilişkin korku nevrozu yaşan Dobb’un ruh halini anlamak açısından rüyalar konusunda uzman Sigmund Freud‘a kulak verelim: Continue reading »

Eki 042009
 

Antichrist Poster

2009 yılında yapılan Cannes Film Festivali’nde filmin başrol oyuncusu Charlotte Gainsbourg’a En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü getiren Lars Von Trier’in nihai eseri Antichrist, daha önce Sex&Lucia filminde de benzer yorumlarında da gördüğümüz gibi yine 18+ uyarısıyla bir çok ülkede çok izleyici tarafından pornografik ve sadizm unsurları bolca barındırılıp dışlanacaksa da, hatta izleyicilerin bir kısmının salonu terkettiği bolca duyulacak olsa da aslında içsel dünyamızdaki nesne geçişlerini kontrol edemeyişimizin bir psikolojik tahlilini gözler önüne sermesi açısından dibine kadar izlenip düşünülmesi gereken bir Lars Von Trier sanat eseri…

Yönetmenin 2 yıl önce yaşadığı acılara dayanarak senaryosunu yazdığı filmde, diğer senarist olarak yine benzer dinsel altmetinler ve tabularla özlük kavramını karşı karşıya getiren  Danimarka bağımsız sinemasının en çarpıcı filmlerinden biri olan Adem’in Elmaları(Adam’s Aebler) filminin senaristi Anders Thomas Jensen’in de senaryoda parmağı olduğunu görmek şaşırtıcı değil. İki oyuncudan oluşan filmde Charlotte Gainsbourg’un yanında erkek figürü olarak ise Manderlay’den de tanıyacağımız Williem Dafoe oynuyor.

ROL/NESNE KARTLARI DAĞITILIYOR

AntiChrist dört bölümde anlatılıyor: Izdırab, Acı, Çaresizlik ve Üç Kral.

Continue reading »

Nis 022009
 

 

askvekiskanclik

İsrail Sanat Bilim ve Teknoloji Enstitüsü’nde Psikoloji ve Davranış Bilimleri Programının şefi ve klinik psikoloji dalında çalışan Ayala Malach Pines’ın bu konu hakkında yapılabilen engeniş sosyolojik ve psikolojik araştırma bütünü 359 sayfalık kitap.

Kitabın hikayesi yazarın bir gün “kıskançlık hakkında ne biliyorsun?” sorusuna yetersiz kalışından sonra “kıskançlık hakkında bilmediklerimiz” üzerine bir yazı hazırlamasının istenmesiyle başlayan ve yıllara yayılan bilimsel araştırmalardan oluşuyor.

Yazara göre bu kitap, üç tip okuyucu kitlesine hitap ediyor: kıskançlıkla boğuşanlar, kıskançlık sorunuyla ve partnerinin kıskançlığıyla boğuşanlar, son olarak da kıskançlıkla karşılaşmış, entelektüel merakı olan ve bu konuda daha fazla bilgi edinmek isteyen kişiler.

Genel olarak hoşuma giden özellikler, kitabın hem saha çalışması üzerine hem de kuramlar üzerine -aksi görüşleri de içeren- teorik araştırmalardan faydalanması ve sonunda ‘terapistlere not başlığı’ altında işin uzmanını da es geçmeyeceği deneyimlerin sonuçlarını anlatması. Kitap on bölümden ve  işin uzmanlarına yöntembilim açısından faydalı olacak 3 ekten oluşuyor.

İlk bölüm ‘romantik kıskançlık nedir’ hakkında psikodinamik yaklaşımlardan kıskançlığa eğilime, sosyobiyolojik yaklaşımlardan haset kavramına kronik ve akut kıskançlığı da içine alan bir çok bilinmesi gereken tanımı ‘vaka incelemesi’ ile birleştirerek inceliyor. Bu bölümde yazarın konu hakkında yazılmış literatürden de faydalandığı da söylersek tanım hakkında doymuş bir şekilde kitabın geri kalanları algılamamız için bir avantaj elde etmemiz anlamına geliyor. ‘Romantik imge‘ bahsinde ise çocukluk travmaları, sadakatsiz baba, aldatma olgusu aşkın evrensel mi öznel mi olduğu sorularına yanıt aranıyor.

Continue reading »

Mar 302009
 

graphiti

Bilginler sanat tarihi boyunca bir çok halihazırda olan analizin temel yaklaşım biçimlerine  kendi teorilerini oluşturmak için başvurmuşlardır.  Bu yaklaşım biçimleri David Lodge’un “Small Word” kitabında 13 farklı şekilde listelenmiştir. Alegorik, Arketip, Biyografik, Dini,Varoluşçuluk, Freudyen, Tarihi, Jungian, Marksist,Mitolojik, Fenomenel, Retorik ve Yapısal.

 Görsel İletişimde uygulanan etik teorisi ise bu makalenin konusudur. Fakat gerçekte bir çok analitik perspektiften sadece bir tanesidir. Bir ortamdaki görsel mesajın üretimi, sunumu ve tüketimi  doğruluğu görülebilir bir şekilde  tarihi, kültürel ve eleştirel perspektife ait bir dilimin içinde kendini bulabilir.

 Teorinin inşasının gerektirdiklerine bakarsak her bir evre birbirinden gelişir. Bundan başka görsel imajlar  üç ana unsura sahiptir: Eğitimsel, ortamsal ve algısal. Tüm bunlar görsel imajın yaratıcısı tarafından tasarlanan bir amaca ve imajı tüketen kişinin boşluğuna sahiptir. Örneğin gazetecelik ve reklamda kullanılan görsellere bakarsak; bunlar süreklilik arz eden bir boyutta zıt kutuplarda dolaşan iki çeşit görsel biçimidir . Her ne kadar “tartışmalı gazetecilik” denen bir kavram olsa da gazetecilikte kullanılan görseller sıklıkla eğitimsel unsurun bir parçası olarak tatmin edicidir. Buna rağmen bu tarz görsellerin aynı zamanda algısal ve çevresel bileşenleri de bulunmaktadır. Aynı şekilde reklam içeriklerinde kullanılan görsellerin algılara hitap ettiği gerçeği yanında eğitimsel ve çevresel özellikler içerdiği halen tartışmaya açıktır. Tüm bu üç unsurun birleşimine baktığımızda ise etiksel teorinin kitlesel medyanın içeriğini kapsayan tüm görsel mesajların bizlere ulaşması açısından bir temel oluşturur.

Continue reading »

Mar 202009
 

 

james1İkna edici iletişim yollarını araştıranlara kitaplarını tavsiye edeceğim, reklamcıların pek sevdiği, Alman idealizmini yıkan- ne ironiktir ki alman idealizminin bilimsel ve savaş alanındaki hipnoz gibi ırkçı ve faşist politikalarına uyan deneyler yapan ve bu konudaki savunuculara yollar açan-, Amerikan psikolojisinin babası sayılan, yaratıcılığın mental hastalıklarla olan ilişkisiyle ilgili düşünceleri ve sıradışı bilinç algısı ile budist meditasyon deneyleriyle ün pekiştiren, fonksiyonalist ekolün de kurucularından olan, Friederich Bergson, Henri Schiller’ın desteklediği, Bertrand Russell’ın düşüncelerine çok önem verdiği, gerçeğin pratik faydanın ta kendisi olduğunu söyleyen, fizyoloji ve tıp eğitimi yetkin nitelikte psikolog, filozof.

Bilincin varlıksal nedenini, kendisinden üstün tutarak bilinç konusunda keskin tavrıyla davranışçıların karşısına çıkmıştır ve bilinci yok sayar. Ona göre rasyonel bilinç olarak adlandırdığımız normal uyanık bilincimiz, bilincin ancak özel bir biçimidir ve birbirinden tamamen farklı potansiyel bilinç biçimleri vardır. Pragmatizmden hareketle ruhçuluğu kendine yol olarak seçen ve bunun sebebini materyalizmin hayal kırıklığı yaratan sonuçları olduğuna dayandıran James, pragmatizmin kendisine hiç heyecan vermediğini de söyler ve heyecanın hayatın anlamı olduğunu her fırsatta vurgular. Ayrıca “bir çok insan önyargılarını yeniden düzenlemeyi düşünmek sanır.”  sözü ünlüdür. Ona göre “insanın dünyadaki durumu, kedinin kitaplıktaki durumu gibidir; görür ve duyar ama hiç bir şey anlayamaz.”

Mar 172009
 

Sigmund Freud’un Espri Sanatı adlı kitabından aldığım notlarım dahilinde alıntılayacağım bazı tanımları vermek bu konu hakkında iyi bir başlangıç olacaktır. 

– Jean Paul Richter’e göre, ” özgürlük nükteyi, nükte özgürlüğü üretir.”, ” nükte, sadece bir fikirler oyunudur.” 

– Thedore Vischer’e dilinden “ailelerin hoşlanmadıkları evlilikleri sağlamlaştırmaktan hoşlanır nükte…” 

– Theodore Lipps’in tanımlamasına göre nükte; “kesinlikle öznel olan gülünç”, ” kendi içimizde doğurduğumuz, eylemimizin bir parçası ve tamamlayıcısı olan gülünç, önünde istesek de aslen nesne olarak değil , üstün bir özne olarak davrandığımız bir gülünçtür.” 

– Emil Kraepelin’ e göre nükte, “karşıt iki tasarımın bileşimi, zorunlu bağlantısıdır.” 

Ayrıca Jean Paul Richter’in, Hamlet’ten nükte için alıntıladığı tanım, ” özlük, kısalık nüktenin bedenidir, ruhudur, özlülük nüktenin ta kendisidir.” 

 

ve bazı nükte örnekleri; 

– “insan ömrü iki bölümdür, birinci bölüm ikincisine, ikinci bölüm de birincisine özlemle geçer.” 

– “karımız şemsiye gibidir, her şeye rağmen sonunda dolmuşa bineriz.”

Mar 082009
 

Freud’un Leonardo da Vinci’nin ruh çözümlemesini anlattığı ünlü makalede , sanatçının içinde bulunduğu durumu bu tabirle tanımlamıştır. Yani hep çocuk kalma ve yaşamın gerçeklerinden kaçarak, hayal dünyasında kendine açtığı yerde sürekli yaşama isteğidir. Yine Freud’a göre; Da vinci’deki Peter Pan kompleksi yüzünden işlerini hep yarım yapma, yaptıklarını da çocuk hayalleriyle -misal helikopteri oyuncak gibi- tasarlama durumunun, hatta da Vinci’nin eşcinsel olmasının sebebi de budur. Tabi bildiğiniz Freud, dönüp dolaşıp olayı Oedipus Kompleksine dayandırmıştır..

Ağu 122008
 

İstenmeyen ama yapılması gereken bir durumla, yapmak istenmeyen durumun seçilmesinin zorunluluğundan kaynaklanan çatışmaya verilen psikolojik tabirdir. Çikolata seven ve kilo sorunu olan birinin çikolata karşısındaki durumu örnek bir benzetme olabilir.

Ağu 122008
 

Psikolojide ve haliyle Peyami Safa (bkz: şimşek), (bkz: yalnızız), (bkz: fatih harbiye), (bkz: bir tereddüdün romanı) romanlarında sık sık karşı karşıya kalınan durumlardan biridir. Aynı anda istenmeyen iki durumdan birini seçmek zorunda kalan birinin karşı karşıya kaldığı çatışma türü olarak kavramsallaşır. Örneğin; ameliyat olmanız lazım diyen doktorun hastayı bıraktığı durum böyledir.