Eki 012012
 

Leonard Cohen  İstanbul Konseri 19 Eylül 2012 Fotoğraf: Hürriyet Kültür Sanat

“Dünyanın yalan söyleyip söylemediğini bilmiyorum
Ama ben söyledim
Dünyanın sevgiyi dışlayıp dışlamadığını bilmiyorum
Ama ben dışladım
İşkence ortamı huzur kaçırır
Ben huzur kaçırdım
Nükleer patlamayla yükselen mantar gibi bulutlar olmasa da
Yine nefret ederdim ben

Beni dinleyin
Ölüm olmasa bile
Aynı şeyleri yapardım diyorum
Gerçeklerin soğuk varlığı altında
Bir sarhoşla bir tutulamam ben
Evrensel özürleri reddediyorum

Geceleyin önünden geçilen ve anımsanan
Boş bir telefon kulübesi gibi
Yalnızca çıkışta bakılan
Sinema lobisindeki aynalar gibi
Binlerce kişiyi tuhaf bir kardeşlikle birleştiren
Bir isterik gibi
Bekliyorum
İtiraf etmesini her birinizin”

/ Leonard Cohen – “Ne Yapıyorum Burada Ben” şiirinden…

Telegraph gazetesinin “Şarkı Söyleyemeyen 10 büyük şarkıcı” listesinde de yer alan ve tüm zamanların en sevilen şarkıları listesinde 1975 yılında yayınlanan “The Best of Leonard Cohen” albümüyle var olan 1934 doğumlu Kanadalı şair,söz yazarı, oyuncu, romancı,  müzisyen Leonard Cohen’in müziğinin ve sesinin dışında mısralarındaki mana, nefes, karmaşa,aşk, kadınlar, politika, yitiklik gibi bir çok unsuru şairliğini ve zen bilgeliğindeki yoluna da adayarak fısıldaması, aynı listede yer alan  Tom Waits, Nick Cave, Bob Dylan gibi sanatçıların da susadığımızda kursağımızda kalan izlerin akıp gitmesine olanak tanıyan öğretileriyle işlenmesiyle yer almıştır, alacaktır…

Leonard Cohen 19 Eylül akşamı, İstanbul Anadolu yakasının kendine has sükunetinde, 2009’da yine “belki de son kez İstanbul’a geliyorum” dediği ve iki kez konser verdiği İstanbul Harbiye Açıkhava konserindeki mistik havadarlığın yerine Ataşehir’deki kapalı spor salonunu dolup taşıran sayıları 10 bini bulan insanlarca karşılandı.  19 Eylül akşamında da ‘The Old Ideas World’ turnesinin kapsamında Cohen’in mısralarında iç seslerinin tapınaklaştığı ve ayine dönüştüğü 3,5 saate yakın bir konser performansını diğer konserlerinde de olduğu gibi “Dance Me To The End of Love” parçasıyla açtı.

Continue reading »

Mar 172011
 

Mevlana - Dede Efendi - Kâr-ı Nâtık ve Anlattıkları - Konser Notları

“gözümde dâim hayâl-i câna Gözümde hep sevgilimin hayali
Gönünde her dem cemâl-i cânâ Gönülde her zaman yârin güzelliği
Ey peri-rü dilber-i ra^na civân zanenin Ey peri yüzlü gönüller güzeli nazlı sevgili
Gam benim şâdi senin hicrân benim Dert benim sevinç senin ayrılık acısı benim
Devr’an senin yâr benim Zamane ve dünya senin bir tek yar benim
Ey şâh-ı cihân ey dilde nihân Ey dünyanın şahı ey gönüldeki sır
Senin gibi güzel efendim var benim Senin gibi güzel efendim var benim
Gül yüzlü mâhım rahmeyle şâhım Gül yüzlü sevgilim merhamet et şahım
Çeşm-i siyâhım âlemde birsin Kara gözlüm dünyada teksin

Düşdü o dem hâtıra bir beste Rehâvi Gönle o vakit bir Rehâvi beste düştü
Şû’le gerek nağme-i Nikriz’e giderken Nikriz’in nağmesine giderken alev gerekiyor.”

/ Hammâmîzade İsmâîl Dede Efendi – Rast Kâr-ı Nâtık” tan

CRR Türk Sanat Müziği Topluluğu tarafından, Mevlevi ayinlerinden, ilahi ve köçekçelere kadar bir çok formda bestesi bulunan Mevlevi dedesi Hammâmîzade İsmâîl Dede Efendi (1778-1846)’nin Türk musikisinin en zor ve en büyük beste formlarından olan ve Farsça’da “kendi kendini anlatan/konuşan eser” anlamına gelen ““Kâr-Nâtık” formunda bestelediği “Rast Kâr-ı Nâtık” üzerinden kendine has deneysel izdüşümüyle yorumu 15 Mart akşamı Cemal Reşit Rey Konser salonunda aralık vermeden konser izleyicilerine mana dolu anlar yaşattı.

Türk Musikisinde ustalık eşiği olarak görülen Kâr-ı Nâtıklar, güftelerin her mısrasında veya beytinde bir makamın adının geçmesi ve şiirin o kısmının da adı geçen makamdan bestelenmesi gerekmektedir. Besteyi zor kılan unsur ise kısa aralıklarla birbirini takiben gelen bu makamları birbirlerine en estetik, ustalıklı ve musiki kurallarına uygun şekilde bağlamakta gizlidir. Çünkü bu makamlar, her daim yakın veya komşu ses dizilerinden oluşmadığından, bestekârın, aralıkları itibariyle farklı seslere sahip olan bu makamları birbirine bağlamasıyla ustalığını göstermesi gerekmektedir.

Şu ana kadar 15’den 119’a kadar değişen sayılarda makam(bazen hem makam hem usul) tarifine yer veren ve başladıkları makamlarla isimlendirilme özelliğine sahip kâr-ı nâtıklar bestelenmiştir. Bir tasavvuf yolcusu olan, Mevlana’nın Mesnevi’si gibi bir eserin tercümesini ve şerhini yapan, diğer yandan yine Mevlana’nın eseri olan Fi-Ma-Fih’nin çevirisi gibi çalışmalara imza atan Ahmet Avni Konuk’un günümüzde kullanılmayan makamları da içeren ve sırasıyla Devr-i Revân, Düyek, Müsemmen, Ağır Aksak, Yürük Semâî, Ağır Evfer, Aksak Semâî ve Yürük Semâî usûlleri ile bestelenen , 119 makam ve 120 makam geçkisinden oluşan ve tek kâr-ı nâtık’ı olan Rast Kâr-ı Nâtık’ı zenginliği açısından çarpıcı bir örnektir. Bunun dışında hakkında çok fazla bilgi olmayan ve 1680-1700 yılları arasında öldüğü tahmin edilen Hatipzâde Osman Efendi’nin 15 makam ve 16 usûlden oluşan eseri ise , mevcut kâr-ı nâtık formunu farklı ve yeni bir şekli olma özelliğini taşıyor. Zira farklı adledilmesinin sebebi, eserin güftesinde makam adlarının yanı sıra usûl adlarının geçmesi olarak gösterilmesinden mütevellit, şiirin her bir kısmı, adı geçen makamdan bestelenirken, zikredilen usûl de devreye girerek, usûller de değişmektedir. Bu açıdan, musiki otoritelerinin gözünde sadece makamı öğretmekle kalmayan, aynı zamanda usûl de öğreten bu özelliğiyle diğer kâr-ı nâtıklardan ayrılmıştır.

CRR Türk Sanat Müziği Topluluğu’nun  konser sırasında omurga kabul ettiği eser ise Hammâmîzade İsmâîl Dede Efendi’nin içinde 24 makam ve 25 makam geçkisini barındıran tasavvufu, aşkı, vecdi, tarikatı(yolu) mana olarak ifade eden Rast Kâr-ı Nâtık eseridir. Topluluk mevcut eseri birebir icra etmek yerine, izlerinden yeni bir mana arayışına yine Dede Efendi’nin kainatından eserler seçerek yelken açıyor. Konseri şöyle tarifliyor topluluk:

Continue reading »

Mar 062011
 


Compania Antonio Gades: Kanlı Düğün ve Suite Flamenco  - Federico Garcia Lorca

“Ay, bu ne çılgınlık!
Seninle ne yatak paylaşmak istiyorum
ne sofra
ve bütün gün, her dakika
yanında olmayı özlüyorum
sürüklüyorsun beni,
gidiyorum,
dönmemi söylediğinde de
uçarak seni izliyorum,
havada bir tutam ot gibi.
Terk ettim sert bir erkeği
ve bütün sülalesini
düğünün tam ortasında,
tacımı taktıktan sonra.
Cezasını sen çekeceksin,
ben istemiyorum çekmeni.
bırak beni! Kaç, kurtul!
Kimse engellemiyor seni!”

/ Federico Garcia Lorca – Kanlı Düğün’nden

Hakkında en çok kitap yazılan ve inceleme yayımlanan İspanyol oyun yazarı ve halk şairi özelliğine de sahip Federico Garcia Lorca’nın 1932’de yazdığı ve “Köy Trajedileri” üçlemesinin ilki olma özelliği taşıyan ve orjinal adı “Bodas de Sangre”(Blood Wedding) olan “Kanlı Düğün”, 2004 yılında hayatını kaybeden ve flamenko deyince akla ilk gelen isimlerden biri olan dansçı ve koreograf Antonio Gades tarafından 1974 yılında ilk kez baleye uyarlanmıştı. İspanyol yönetmen Carlos Saura’nın İspanyol kültürüne, dansa, flamenkoya olan tutkusu “Kanlı Düğün” ü ve flamenkoyu daha da bilinir kılarken, dans performansı olarak da Dünyanın bir çok yerinde sahnelendi. 5 Mart 2011 akşamı ise Gades’in ismini yaşatan Gades Topluluğu tarafından, artık Lorca’nın, Gades’in ve Saura’nın “Kanlı Düğün”ü de diyebileceğimiz 6 bölümden oluşan bu eser, Cemal Reşit Rey Konser Salonu‘nda tekrar hayat buldu. Gösterinin ikinci bölümünde ise yine Gades Topluluğu’nun koreograflığında “geleneksel flamenko”’nun özelliklerini neredeyse Antonio Gades ismiyle anılan Farruca formuyla, 8 bölümden oluşarak sunulan yanık ağıtlar, agresif ve tutkulu bakışlar ve sert topuk sesleriyle katışan alkışların mest ettiği dans gösterisiyle tamamlandı.

İspanya kültürü için resim sanatı konusunda Salvador Dali nasıl büyük bir basamak ise şiir konusunda Federico García Lorca için aynı yeri hakettiğini söyleyebiliriz.Şairliği dışında ressam ve piyanist olan Lorca’nın, Endülüs köylerinden New York’a, Bounes Aires’e ve tekrar Madrid’e, ve nihai olarak İspanyol iç savaşında sağcı falanjistler tarafından kurşunlanarak öldürüldüğü Granada’ya varan yaşam yolculuğunda bir çok şiir, düşünce, temsil sığdırma başarısı göstermiştir. Arjantin’de Pablo Neruda ile de yolları kesişen, sıkı arkadaşı olan Neruda’nın kendisinden oldukça etkilendiği ve kendisi için yazdığı şiiri bir çok şiir meraklısı ve tarihçi tarafından bilinmektedir. Lorca için şöyle diyordu Neruda : Continue reading »

Şub 282011
 

Güzelliğin Tarihi - Umberto Eco  - Kitap - Doğan Kitap

“Güzelliğin bu tanımı, herhangi bir çıkardan başka bir haz nesnesi olarak ifade edilen,
bundan önceki tanımından türetilebilir. Çünkü haz duygumuzun herhangi bir çıkardan
bağımsız olduğu bilinci ancak bu şekilde değerlendirilebilir. Herkesin haz duyması için
gerekçeler içermelidir. Çünkü, haz kişinin heveslerine(ya da önceden tasarlanmış diğer
bir ilgiye) dayanmadığından ve yargılayan kişi nesnenin değerinin artması açısından
kendisini tamamen özgür hissettiğinden, hazzını kişisel koşullara dayalı olarak açıklayamaz.”

/ Immannuel Kant – Güzelliğin Yansız Hazzı, 1790

Medyanın çeşitlenmesi ve kitlelere nüfus etme gücünün artması ile yapılan paylaşımlar sonucu, 21. yüzyılı yaşadığımız  noktada,  insanın kendince ve kendine başvurmadan oluşan “güzellik” anlayışı bir çok farklı şekilde ele alınmış, kimi zaman elitizm içinde bir Pirelli takvimindeki çıplak kadın “güzel” olarak ön plana çıkarılıp, gerçeküstü olarak düşünsel hadım edilmeye yüz tutan bir fikriyatın temsilcisi olurken, kimi zaman dini bir motif kazanarak mucizevi bir İsa’nın göğe yükselişi yarattığı heyecan ve varoluşsal lezzet kıyasında üst düzey bir erekle “güzel” olarak anılmış, kimi zaman ay ışığının yarattığı yakamozda bir çiftin elele tutuşması anı simgesel olarak “güzel” olarak adledilirken, bunun matematiksel formu bile veya şiiri bile güzellik çarklarından biri olduğu gibi, kimi zaman ise bir yılanın açlık bahanesiyle bir fareyi yuttuğu an doğa içinde belki de her an olmasına rağmen sıradışı bulunarak hayranlık uyandırdığı “güzel” olarak anlatılagelmiş ve çeşitli sanat dallarıyla diğer insanlara sunulmuştur.

Kuşkusuz bu örneklerin çok daha arttırılarak ele alınabilecek güzellik olgusunun, bu kadar farklı koridorlarda uzun süre gezilebilecek derecede sonsuz denecek cinsten bir çeşitlilik sunması, güzelliği, niye güzel bulduğumuzu, hangi tutkuların, arzuların, inançların, ilişkilerin ve trendlerin onu böyle kıldığını algılamamız ve anlamamız açısından tarih boyunca yaşanan olayları, ilişkileri ve doğa enstanenelerin içinde değerlendirilmesi gereken bir bilgi arkeolojisine ihtiyaç duymaktayız.

Sanat Tarihinde nadir bilgi arkeolojisine kapsamlı bakan kitaplar vardır ki Gülün Adı, Foucault Sarkacı, Kraliçe Loana’nın Gizemli Alevi romanları dışında Umberto Eco, “Güzelliğin Tarihi” ve “Çirkinliğin Tarihi” kitaplarıyla bu bazen içiçe geçmiş panaromayı çözümleyecek ve estetik tarihini ve izafi görüşleri de katarak anlattığı kitaplarıyla, uzmanı olduğu göstergebilim kuramlarını da dahil ederek, bu yüzyıl için ışık tutacak ender kitaplardan birini oluşturmayı başarmıştır. Ancak tüm bunlara rağmen, kitapta dikkatinizi çekecek en büyük eksiklik; Ortadoğu, İslam ve Doğu sanatlarının bu kurguda yerini almaması ve Eco’nun Batı kültürü içerisinde bu çerçeveyi sınırlandırması olacaktır.

Türkçesi Doğan Kitap’tan usta çevirmen Ali Cevat Akkoyunlu çevirisiyle çıkan “Güzelliğin Tarihi” , Umberto Eco tarafından 17 bölümden oluşan 90 başlıkta ele alınmakla beraber, kurgusundaki özeniyle de takdir edilecek bir yana sahip. Continue reading »

Şub 062011
 

Çığ - Tuncer Cücenoğlu - Kemal Başar - İstanbul Şehir Tiyatroları

“Nasıl ki ölümü hesaba katmayan yaşamlar yaşayan insanların yaşamları anlamsızdır

– aynı şekilde,

ölüme bilinçle giden yaşamlar yaşayabilen kimi insanlar,

yaşamlarının son anlarıyla,

ortaya yoğun anlam birimleri koyabilirler.”

/ Oruç Aruoba – De Ki İşte’den

40’ı aşkın ülkede Matruşka, Boyacı, Helikopter, Kördövüşü, Sabahattin Ali, Che Guevera ve Şapka gibi oyunlarının sahnelendiği toplumsal ve bireysel sorunlar üzerine yazdığı oyunlarla adını söz ettiren oyun yazarı Tuncer Cücenoğlu’nun, çığ tehlikesi baskısı altında yerleşen korkunun töreyi,otoriteyi kurumsallaştırmasını sağlayacak şekilde itaate dönüşmesiyle, bu vesileyle altında ezilen insani unsurların suskunluğu tandansıyla kurguladığı ve 2002 yılında basılmış“Çığ” oyunu, Cücenoğlu’nun 40. sanat yılını kutladığı 2011 yılında, İstanbul Şehir Tiyatroları’nda tiyatro sanatçısı,yönetmen,oyuncu,çevirmen ve tiyatro eğitmeni, Requiem, Eğri Büğrü gibi yabancı oyunları Türkçe’mize kazandırmış Kemal Başer’in yönetmenliğini, Özge Ökten’in dramaturgluğunu ve Can Atilla’nın müziklerini üstlenerek oynanmaya başladı.

70 kuşağı yazarlarından Tuncer Cücenoğlu’nun yalın bir dille karakterlerine hayat vermesi ve mekanla veya toplumsal, ideolojik veya bireysel bir sıkıntıyla daraltılarak ve bu baskı sayesinde kontrol altında tutulmak istenen insani duygulanımın engellenmesiyle insanlar ve metinler arası ilişkinin form, yer ve zaman değiştiren insanı, özgürlüğü, düşünceyi ve otoriteyi sorgulattıran ve bunları bahsi geçen yalınlığın içerisinde evrensel bir düzleme sokarak özgürleştiren bir yazar olarak tanınıyor.

Çığ - Tuncer Cücenoğlu - Kemal Başar - İstanbul Şehir Tiyatroları

Yazarın Çığ’la da böyle bir düşlemin içerisine seyirciyi soktuğu oyunda, zaman,din, mekan veya coğrafya üzerine herhangi bir bağdaştırılmanın yapılmamasıyla , eleştirmenlere zengin sembolizmaları kullanma imkanı tanınmakla beraber, ilham aldığı anının Doğu Anadolu’da geçmesiyle de gerçekçi bir temel de kazanıyor. Cücenoğlu, oyunun oluşum sürecini şöyle anlatıyor:

“Bir gün değerli yönetmen dostum Yusuf Kurçenli ile söyleşiyorduk. İlginç bir durum anlattı bana… ‘Doğu Anadolu’ da, çevresi dağlarla çevrili bir yerleşim biriminde yaşayan insanlar, kesinlikle yüksek sesle konuşamazlar, kahkaha atamazlar, kısacası gürültü yapamazlarmış… Çünkü yapılan gürültü patırtı çığ düşmesine neden olurmuş. İşin ilginç yanı çığ tehlikesinin, yılın dokuz ayında söz konusu olmasıymış. Bu insanlar yılın yalnızca üç ayında bağırabilirler, silah atabilirler ya da çocuklarını doğurabilirlermiş.”

Bir Parmak Çığlık Boyundan Cesaretlenen Çığ’ın Altında Aranan  İnsanlık Tasviri

Continue reading »

Oca 052011
 

Oruç Aruoba - Yürüme - Kitap İncelemelerim - Fotoğraf: Reha Başoğul


hep bir dimdik, dümdüz dürüstlüktür duyduğumuz,
ama bir kuşku kurdu kıvır kıvır kemirir köklerimizi–
nasıl da kolaydır yalanlarımız, uydurmalarımız,
nasıl da rahat. iç sızlaması nedir bilmeyiz;
başedilemez gerçeklerimiz hazırdır çünkü hep–
kozasında mışıl mışıl kanat takınır tırtılımız,
sindire sindire yapraklarımızda açtığı delikleri.
övünürüz delik deşik, bölük pörçük
yeşilliğimizle — yenmiş bitmiştir oysa
büyüme noktalarımız, su çekmez artık
kök uçlarımız, dökülüp gitmiştir
taç yapraklarımız artık.
nasıl da yabancı topraktan baş uzatmış taze fide bize.
gündüz yarasalarıyız biz.
…”

/ Oruç Aruoba – “Gündüz Yarasaları” şiirinden…

Şair, yazar, felsefeci, çevirmen ve öğretmen Oruç Aruoba’nın “De ki işte” ve “Tümceler” ile birlikte, yazılış olarak ilk, yayımlanış olarak üçüncü sırada tümlenen ve ilk olarak 1992 yılında Metis Yayınları’ndan basılan “Yürüme” kitabı, Kissenger’ın meşhur sorusuna uygun şekilde kuyulardan su çekmemize olanak tanıyor: “Yanıtlarım için sorularınız var mı?”…

Hani, Uzak, İlişki Üstüne gibi kitapları bilenler ve hatta haikularından takip edenler için Bilge Karasu ve İoanna Kuçuradi literatüründeki adına sıkça rastladığımız Oruç Aruoba’nın “Yürüme”deki söylemi, size felsefe adına bir fidan vermek değil veya orman içinde gezdirmek değil, felsefe tohumlarını zihninize ekmek ve üzerinde yürürken onları kaotik bir şekilde zihninizin diğer alanlarına taşımayarak “düzenlemek”…

Kitap üç ana bölümden oluşuyor ve kendi içinde parçalanıp, nihayetinde ve hiç başlamadan da kendi tutkallarını buluyor:

1. “BİZ(Zaten)”,
2. “yer, yön,yol”,
3. “kişi(HEP/HİÇ)

1. BİZ(Zaten)

Continue reading »

Kas 012010
 

Dört Kişilik Bahçe - Murathan Mungan - Tiyatro - Radyo Oyunu - Afiş

“Nasıl geçti habersiz o güzelim yıllarım
Bazen gözyaşı oldu, bazen içli bir şarkı
Her anını eksiksiz dün gibi hatırlarım
Dudaklarımda tuzu, içimde yanar aşkın

Hani o saçlarına taç yaptığım çiçekler
Hani o güzel gözlü ceylanların pınarı
Hani kuşlar, ağaçlar binbir renkli çiçekler
Nasıl yakalamıştık saçlarından baharı

Ben hala o günleri anarsam yaşıyorum
Sanki mutluluğumuz geri gelecek gibi
Hala güzelliğini kalbimde taşıyorum
Dalından koparılmış beyaz bir çiçek gibi”

/Nihat Aşar

Murathan Mungan’ın ilk öykü kitabı olan ve 1985’te yayımlanan “Son İstanbul” kitabındaki “Dört Kişilik Bahçe” adlı ilk öyküsünden film senaryosuna ve radyo oyununa da uyarlanan bu tiyatro oyunu, 2010-2011 sezonunda da İstanbul Şehir Tiyatroları’nda Ersin Umulu yönetiminde sahnelenmeye devam ediyor.

Mungan’ın, başta radyo oyunu olarak tasarladığı oyunun başlangıcında, Zuhal Soy’un hazırladığı, sizi mest eden bir sahne dekoruyla karşılaşıyorsunuz: Bir Çınar ağacı, bir konak , yerlerde kızılın farklı tonlarında sonbahar yaprakları, ahşap oymalı kapılar ile Osmanlı’dan kalma nostaljik bir konağın atmosferi içerisine hemen giriyorsunuz.

Dört Kişilik Bahçe - Murathan Mungan - Tiyatro - Radyo Oyunu - Harbiye Muhsin Ertuğrul Tiyatro Sahnesi

Mungan, öyküsüne ilham veren bu konağın hikayesini şöyle anlatıyor:

Continue reading »

Eki 282010
 

Perfume: The Story of a Murderer - Koku- Patrick Suskind Sinema - Film analizi - eleştiri

“Geçip gitmişti karşısındakinin kendi eti,
kendi kanı olduğu yollu yuvacıl düşünceler.
Toz olmuş dağılmıştı babalı oğullu,
güzel kokan analı duygusal idil.
Elinden çekilip alınmış gibiydi
kendinin de çocuğun da çevresinde düşlediği,
o sımsıcak saran örtü:
Yabancı, soğuk bir yaratık yatmaktaydı dizlerinde,
niyeti düşmanlık olan
bir yabani hayvan;
o kadar ağırbaşlı
ve Tanrı korkusuyla akılcı düşüncenin
yönettiği bir kişiliği olmasaydı
çocuğu bir iğrenme anında,
bir örümcekmiş gibi
fırlatıp atmıştı bile.”

/ “Koku” romanından

Bir çok öyküsü, romanı ve senaryosu bulunan 1949 doğumlu Alman romancı Patrick Süskind, 1985 yılında basılan, 46 dile çevrilen, milyonlarca baskı yapan ve kendisine Gutenberg, Faz gibi ödüllerini kazandıran Koku (Das Parfüm) adlı romanıyla, Almanya’da bir roman hakkında postmodern öğeleri taşıması açısından ciddi ölçüde yankılarla övgüler düzülmesine ve eleştirilerin yapılmasına neden olmuş ve uzun süre çok satanlar listesinde kendi yer bulmuştur.

Fantastik, tarihi, polisiye türünü içinde barındıran bu roman, içerdiği tasvirlerle, kokuyu öyle etkileyici betimlemiş olacak ki okurlar tarafından çok ilgi gördü ve sıradışı adledildi. Bu etkileyici betimlemeler nedeniyle, romanın sinemaya en başarılı uyarlayacakların listesinde Stanley Kubrick, Tim Burton, Peter Jackson gibi yönetmenlerin isimleri anıldı. Süskind’in romanının gerçeküstü öğelerle kaplı ve birbirine çelişkili gibi gözüken durumları nedeniyle bir çok yönetmen bu romanı filme çekilmesi imkansız olarak andı ve dillendirdi. Ancak Süskind’in uzun süre bu roman sayesinde aldığı ödülleri reddettiği gibi, sinemaya uyarlanmaması için ısrarcı tutumu kırıldı ve 2006 yılında, “Run Lola Run” filminden tanıyacağımız Tom Tykwer sayesinde bu zor film, sinemalarda seyirciyle buluştu, film müzikleri ise bir çok kişi tarafından beğeniyle dinlenmeye devam ediyor.

Romanda genel olarak; eklektik bir dille postmodern öğelerin ustaca yerleştirildiği ve bir zincire vurulmuş Prometheus’un öykünülme metaforu “Tanrı-katil” ‘in kendini arayışı çok katmanlı bir şekilde dile getirilmektedir.

Koku - Das Parfum- Parfüm - Patrick Süskind - Sinema - Kitap Eleştiri - Analiz

DÖRT BÖLÜMLÜK ESRİME

Süskind, romanında, Paris’in en kötü kokan ve pislik içindeki pazar yerinde Fransızca’da kurbağa anlamına gelen Grenouille’nin doğumunu anlatarak başlar:

Continue reading »

Eki 232010
 

 

 

Orhan Veli Kanık - Müşfik Kenter - Orhan Veli Şiirleri - Kenterler Tiyatrosu

alıp başımı gitmiştim
koşmuşum Ay’a kadar
üstümde ter kokularımla
yorulmuşum germiştim hamağımı
bahar rüzgarında
yapraklarını sallayan iki ağaca
tam gözlerimi kapattım kapatacağım
diyordum değmeyin keyfime aman ha! ! !

birdenbire duydum ismini
hani şu gürültülü takalar geçerken
sessizlik senin sesinle üzerime gelirken
çekilin Orhaan Velii geliyor diye
kulağıma kuşlar fısıldarken
ya gidin başımdan dedim
yalan söylemeyin yok daha neler
aa sonra bir baktım
gökyüzünü boyuyor biri mavi mavi
bir baktım deniz yırtılmış dikiyor biri
Uzaktan tanıyamadım ama
deniz feneri aydınlattı çehreni

 

Ah ah Orhan Veli
biliyor musun çok özlemişim ben seni
…..

/ Reha BAŞOĞUL – ‘Orhan Veli’yle Konuşuyorum Bedenim Boyalı’ şiirinden. [Şiirin Tamamı için >]

Dünyayı midye kabuğunun aralığından gören ve 14 Kasım 1950’de, 36 yaşında, önce alkol komasından olduğu zannedilen, sonradan bir çukura düşmesinin yarattığı beyin tramvası ile öldüğü raporlanan Orhan Veli Kanık’ın sesi, dramı, çocukluğu ve dünyası çoğumuz için sigara yakarken ki pozuyla Müşfik Kenter’in sesiyle örtüşür, öyle zannedilir.

Müşfik Kenter ise 30 yılını verdiği Orhan Veli’yi anlatma sevdasından hala yorulmamış bir sesle ve azimle vazgeçmedi. Kenter Tiyatrosu’nun  2010-2011 sezonunu açılışı da bu anlamlı etkinliğin 30.yılında perdesini tekrar açtığı tek kişilik oyun oldu. Murathan Mungan’ın oyunlaştırdığı, Oğuz Aral’ın tasarladığı dekorlar, Yüksel Aymaz’ın ışık tasarımı ve Selmi Andak’ın besteleriyle canlı piyano eşliğinde bir Müşfik Kenter gösterisi izledik, yine güldük, eğlendik, duygulandık, andık, doyamadık, özledik…

Orhan Veli - Müşfik Kenter - Şiir - Tiyatro - Kenterler Tiyatrosu

Müşfik Kenter’in sesinden dinlediğimiz, Orhan Veli’nin 43 şiirinden oluşan “Bir Garip Orhan Veli” albümü, Fenerbahçe sahilinde yaz günü,bir gece yarısı, kulağımda walkman, adaları seyrederken, hamakta ve deniz feneri ışığında konuçlanan bana, 10 seneden aşkın süre önce, yukarıda bir kısmına yer verdiğim yani “Orhan Veli ile Konuşuyorum Bedenim Boyalı” şiriini yazdırmıştı. Sonradan düşündüğümde “Boyandım”, “Bulutlar”, “Kim bilir?”,”Kırık Kalpler”, “Göçtüler”, Son Nefes” gibi bazı şiirlerimde Orhan Veli’nin ve Garip akımının etkisinde kaldığımı görebiliyorum.

Orhan Veli - Müşfik Kenter - Ben Orhan Veli

Continue reading »

May 312010
 

Ay Başı Moda’sı

Cımbızla soğuğu çekilmiş dalgaya karşı
mefturuz elbet
çarşafın alın çizgilerinde
deniz kokulu taşlarla sert oynuyoruz oyunu
ölümden bi haber
çıngıraklı normlar koynumuzda
ne süngülü bir tarif çiçeği
ne de onu koyacak kelepçeli bir zarf kalmış aramızda
devinimlerimiz annemizin yüzü
tütünlerimiz edepsizlik tözü
cenup kokuyor desem fena
ya mahçup
kim bilir
belki bir gümüş gözyaşı dökülecek ay’ın yanağında
abiyesini giymiş rüzgarla dönen dünyaya da reva
masmavi tırnaklarına kaçmış
çağ hala karanlık çağ
cezalarımız yapıştırılmış yıldızlara
etraftan gören memnun
görmeyen meçhul
bir bir şahlanacak vaatler kayıp
kadehler dilimize tebeşir
iskeleninse göğüsleri açılıyor
el ele kadının yelkenli kaygıları giriyor
eksik bakıyor adalar
şaire de deva değildir
pohpohlayıcı anılara demir atmak
veya bedeni lütuf gibi sunmak
kelam kaçkındır
anlaşılır bu hangi rüzgardan kalan bulantı
bakılır burçlara ezalı azalı
o değil mi
serseri martılara konmuş ağlarla dibe batıp çıkan
imlası bozuk kusan, gözleri feveran
evvelden de biliyorum
kanılmazmış
yamyam takalara
çatık kaşlı körfezin ruhban okulundan
ışıl ışıl parlayan hayırsız balık pullarına
oysa
müflis bir lahzadan sana kalandır hüda
oysa
hastalıkta ve sağlıkta
hayali bile erekte bir veda…

Reha BAŞOĞUL

Mar 212010
 

Binali ile Temir- Murathan Mungan

“…
ayna, mithos ve öteki
özgeçmişin vazgeçilmez elementleri
Ayna.Anayurdu ayna hepimizin.İçinden çıkıp kavuştuk dile
ve eyleme geçtik, ve kendimizi sınadık
ağır taşlar koyduk kişiliğimizin köşelerine
yani kendi kanunlarımızı varlığımızın yerçekimine
bilmeden ve böylelikle bütün yolcuları yasakladık kendimize
kırılmıştı sözcükler, parçalanmıştı ayna
anladık imgemizin yalnızca bir kovuk olduğunu
ve bunu öğrenmenin göçünde
dağıldık kuzey yıldızlarına

..
/ Murathan Mungan- ‘Öteki mithosu’ şiirinden

1986’da Murathan Mungan’ın yayımladığı “Cenk Hikayeleri” adlı kitabındaki aynı adlı öyküsünden uyarlanan “Binali ile Temir”‘ tiyatro oyunu İstanbul Şehir Tiyatroları’nda sahnelenmeye devam ediyor.  Bir mağarada hayatta kimseyi tanımamış bir şekilde çobanlık yaparak yaşayan Temir ile yaralı olarak bulup onu iyileştirmeye çalıştığı eşkiya Binali’nin hikayesinde, bir de hikaye anlatıcı bulunuyor.

Tiyatronun içinde seyircinin arasında zaman zaman dolaşan, kıyafetleri atmosfere  uygun bir şekilde kötü kokan,  ışığın ve sahne dekorunun mistik bir şekilde kurgulandığı oyunda, hikaye anlatıcı olarak sesini kullanma ve çatışma duygularını vurgulama biçimindeki ustalığı ile Haldun Ergüvenç’in, genç çoban rolünde Gün Koper‘in ve Binali rolünde Ahmet Özaslan‘ın üstün performansı gerçekten izlemeye değer.

Binali ile Temir - Murathan Mungan

Murathan Mungan‘ın alışageldiğimiz, töre sorunları ve toplumsal rollerin dayatması üzerine ideolojik düşüncesi,  “Cenk Hikayeleri”ndeki diğer öykülerde olduğu gibi, arketiplere karşı yoğun ilgisi “Binali ile Temir” öyküsünün de odağında mevcut ve psikodinamik sembolizmaları da yoğun bir şekilde barındırıyor.

Bir mağaranın içinde 15 yaşında bir ergen olarak yaşayan çoban Temir , şimdiye kadar kimse ile konuşmamasının, yaşamamasının ve terkedilmiş bir “ben” e sahip oluşunun etkisinde bir bıçkınlığa sahipken, eşkiya Binali ise, çevre dağlara nam salmış, iktidarın zirvesinde , herkesin korktuğu bir figür olarak tasvir edilir.

Mungan’ın töreler ve kültürler içinden kaçırmadan masalsı bir üslupla getirdiği “erkeklik eleştirisi” ,ideolojik olarak bu öyküde de iki karakterin, birbirinin dünyasından ilk başta habersiz olarak evrimleşmesi ve sonrasında ta ki korkusuz ve yenilmeyi ölüm olarak gören eşkiya Binali’nin yaralı ve baygın bir şekilde Temir tarafından ormanda bulunmasının sonucunda oluşturularak, muhtaç Binali ve hakkında bir rol model olarak da özdeşleyim yaşayan Temir’in iktidarı elde etmeye susamışlığı arasında bir rol değişimine sahne olur. Continue reading »

Eki 032009
 

İstanbul Ağrısı

kanatları parça parça bu ağustos geceleri
yıldızlar kaynarken
şangır şungur ayaklarımın dibine dökülen
sen
eğer yine istanbul’san
yine kan köpüklü cehennem sarmaşıkları büyüteceğim

pancak pancak şiirler tüküreceğim
demek yine ben
limandaki direkler ormanında bütün bandıralar ayaklanıyor
kapı önlerinde boyunlarını bükmüş tek tek kafiyeler
yahudi sokaklarını aydınlatan telaviv şarkıları
mavi asfaltlara çökmüş
diz bağlıyor
eğer sen yine istanbul’san
kirli dudaklarını bulut bulut dudaklarıma uzatan
sirkeci garı’nda tren çığlıklarıyle bıçaklanıp
intihar dumanları içindeki haydarpaşa’dan
anadolu üstlerine bakıp bakıp
ağlayan
sen eğer yine istanbul’san
aldanmıyorsam
yakaları karanfilli ibneler eğer beni aldatmıyorsa
kulaklarımdan kan fışkırıncaya kadar
yine senin emrindeyim
utanmasam
gözlerimi damla damla kadehime damlatarak
kendimi yani şu bildiğim atilla ilhan’ı
zehirleyebilirim

sonbahar karanlıkları tuttu tutacak
tarlabaşı pansiyonlarında bekarlar buğulanıyor
imtihan çığlıkları yükseliyor üniversite’den
tophane iskelesi’nde diesel kamyonları sarhoş
direksiyonlarının koynuna girmiş bıçkın şöförler
uykusuz dalgalanıyor

ulan istanbul sen misin
senin ellerin mi bu eller
ulan bu gemiler senin gemilerin mi
minarelerini kurdan gibi dişlerinin arasında
liman liman götüren
ulan bu mazot tüküren bu dövmeli gemiler senin mi
akşamlar yassıldıkça neden böyle devleşiyorlar
neden durmaksızın imdat kıvılcımları fışkırıyor
antenlerinden
neden
peki istanbul ya ben
ya mısralarını dört renkli duvar afişleri gibi boy boy
gümrük duvarlarına yapıştıran yolcu abbas
ya benim kahrım
ya senin ağrın
ağır kabaralarınla uykularımı ezerek deliksiz yaşattığın
çaresiz zehirle kusan çılgın bir yılan gibi
burgu burgu içime boşalttığın
o senin ağrın
o senin

eğer sen yine istanbul’san
yanılmıyorsam
koltuğumun altında eski bir kitap diye götürmek istediğim
sicilyalı balıkçılara marsilyalı dok işçilerine
satır satır okumak istediğim
sen
eğer yine istanbul’san
eğer senin ağrınsa iğneli beşik gibi her tarafımda hissettiğim

ulan yine sen kazandın istanbul
sen kazandın ben yenildim
kulaklarımdan kan fışkırıncaya kadar
yine emrindeyim
ölsem yalnız kalsam cüzdanım kaybolsa
parasız kalsam tenhalarda kalsam çarpılsam
hiç bir gün hiçbir postacı kapımı çalmasa
yanılmıyorsam
sen eğer yine istanbul’san
senin ıslıklarınsa kulaklarıma saplanan bu ıslıklar
gözbebeklerimde gezegenler gibi dönen yalnızlığımdan
bir tekmede kapılarını kırıp çıktım demektir.

ulan bunu sen de bilirsin istanbul
kaç kere yazdım kimbilir
kaç kere kirpiklerimiz kasaturalara dönmüş diken diken
1949 eylül’ünde birader mirc ve ben
sokaklarında mohikanlar gibi ateş yaktık
sana taptık ulan
unuttun mu
sana taptık”

/Attila İlhan

Eğer / “If” – Rudyard Kipling

 Edebiyat  Eğer / “If” – Rudyard Kipling için yorumlar kapalı
Eki 022009
 

kipling

Her ne kadar çocuk kitapları yazıp edebi bulunmasa da edebi eserin sadece yetişkinler için olmadığını, bu nedenle aldığı Nobel ödüyle kanıtlayan ünlü Şair Rudyard Kipling’in sevdiğim “IF” şiiiri.  Aşağıdaki animasyonda seslendiren ise aktör Robert Morley Emre Kongar’ın çevirisinden çok, daha çok bilinmesini sağlayan ve daha çok beğendiğim Bülent Ecevit’in çevirisine aşağıda yer vermeyi  daha uygun buldum.

IF…..

If you can keep your head when all about you
Are losing theirs and blaming it on you,
If you can trust yourself when all men doubt you,
But make allowance for their doubting too;
If you can wait and not be tired by waiting,
Or being lied about, don’t deal in lies,
Or being hated, don’t give way to hating,
And yet don’t look too good, nor talk too wise:

If you can dream – and not make dreams your master;
If you can think – and not make thoughts your aim;
If you can meet with Triumph and Disaster
And treat those two impostors just the same;
If you can bear to hear the truth you’ve spoken
Twisted by knaves to make a trap for fools,
Or watch the things you gave your life to, broken,
And stoop and build ’em up with worn-out tools:

If you can make one heap of all your winnings
And risk it on one turn of pitch-and-toss,
And lose, and start again at your beginnings
And never breathe a word about your loss;
If you can force your heart and nerve and sinew
To serve your turn long after they are gone,
And so hold on when there is nothing in you
Except the Will which says to them: ‘Hold on!’

If you can talk with crowds and keep your virtue,
‘ Or walk with Kings – nor lose the common touch,
if neither foes nor loving friends can hurt you,
If all men count with you, but none too much;
If you can fill the unforgiving minute
With sixty seconds’ worth of distance run,
Yours is the Earth and everything that’s in it,
And – which is more – you’ll be a Man, my son!

Rudyard KIPLING

EĞER…

çevrende herkes şaşırsa ve bunu da senden bilse,
sen aklı başında kalabilirsen eğer,
herkes senden kuşku duyarken hem kuşkuya yer bırakır
hem de kendine güvenebilirsen eğer,

bekleyebilirsen usanmadan,
yalanla karşılık vermezsen yalana,
kendini evliya sanmadan
kin tutmayabilirsen kin tutana,

düşlere kapılmadan düş kurabilir,
yolunu saptırmadan düşünebilirsen eğer,
ne kazandım diye sevinir,
ne yıkıldım diye yerinir,
ikisine de vermeyebilrsen değer,

söylediğin gerçeği eğip büken düzenbaz,
kandırabilir diye saflar dert etmezsen,
ömür verdiğin işler bozulsa da yılmaz,
koyulabilirsen işe yeniden,

döküp ortaya varını yoğunu
bir yazı turada yitirsen bile
yitirdiklerini dolamaksızın diline
baştan tutabilirsen yolunu,

yüregine, sinirine “dayan” diyecek,
direncinden başka şeyin kalmasa da,
herkesin bırakıp gittiği noktada
sen dayanabilirsen tek,

herkesle düşer kalkar erdemli kalabilirsen,
unutmayabilirsen halkı krallarla gezerken
dost da düşman da incitmezse seni,
ne küçümser ne de büyültürsen çevreni,

bir saatin her dakikasına emeğini katarsan hakçasına,
böylece dünyalar önüne serilir,
üstelik oğlum adam oldun demektir.

Mar 272009
 

pictogram

Mantığın kendi içerisinde dilemmalara sahip olması nedeniyle oluşan çelişkilerle, göstergebilimin(semiyoloji) içerisinde de sorunlara gebe olmasıyla oluşan ve bunları çözümlemeyi amaç edinildiği ilişki türü olarak adlandırabiliriz.Göstergebilimin, sözdizim(sentaks) ve anlambilim(semantiks) gibi iki sistematiğin beraber bir araya getirdiği semboller lugatı olduğu için, bütün olarak bakıldığında mantıkla da ilişkisi olmadığı düşünülemez. Temel bakış açımız; sembollerin egemenliğine dayalı bir dil’in varlığı üzerine oluşturulan kuramsal yapılanmanın incelenmesidir. Bu da karşımıza, matematiği ve sembolik mantıği çıkartır.

Bunlardan birinci inceleme türü; dilin kuramsal çerçevesindeki iletişim biçimleri ve sembolleşmiş araçlar bütünüdür. Misal, mors alfabesi, kızılderililerin dumanla haberleşmeleri, trafik sinyalizasyonu ya da piktogramlar gibi.. Örneğin trafik ışığına bakıldığında kırmızı, yeşil, sarı ışık sürücüler için üç sembolden oluşan bir alfabedir. Buna da üst dil denmektedir. Tam da bu sırada modern mantık üst dil teorisiyle ilişkiye girer ki örneğin sözdizim sisteminde o dili konuşanlarca ve o dildeki gramer ve deyim yapısıyla biçimsel açıdan inceleme olanağı veren kurallar sistemi, diğer yandan anlambilimdeki dili ilgilendiren ve önermelerin ne olduğunu ortaya koyan yasalar diyebileceğimiz sistem. Continue reading »

Mar 242009
 

 

lord-byron-on-his-death-bed

Ivan Aivazovsky ve Balthus  gibi ressamları, Aleksandr Sergeyeviç Puşkin, Halikarnas Balıkçısı gibi yazarları etkilemiş, babasından kaynaklı berbat ve umutsuzluklarla geçen çocukluğuna bağlanarak bir sürü yaratıcılık- zihinsel hastalıklar ilişkisini ele alan makalede adı geçen ve kendisinin tabiriyle ‘vahşilik’ noktasına getiren duygusal krizler sonrasında sırasında yazarak rahatladığını söyleyen ve bu yüzden literatüre “byron mutsuzluğu” kavramını sokan manik depresif şair, yazar. Aynı zamanda ‘lady byron’ ve Bernaulli sayıları’nın hesaplamasına ilişkin hazırladığı programla ‘ilk bilgisayar programcısı kadın matematikçi’ olarak anılan Ada Lovelace’in babası… 

“Kılıcı insafsız bir ustalıkla kullanan Türk’ün eli, yendiği insanların yarasını sarmakta da ustadır.” cümlesiyle açığa çıkarttığı; Türklere karşı – hastalığı nedeniyle normal karşılanması gereken ve tutarsızlığına da sebep olan -sevgisizliğinin altında Türklerin asaletini iyi bilmesi ve bunu kıskanması olarak yorumlanabilir. Bu yüzden de Kırım Tatarları’nı bolca aşağılamaktan geri kalmamıştır. 

Halikarnas Balıkçısı’nın hakkındaki sözleri şu şekildedir: 

Continue reading »