Eki 222007
 

Boyandım
bugün deniz boyadı beni masmavi 

güneş sarıya 

ağaçlar yeşile 

özlediğim kırmızıya boyadı 

içim beyaza 

dışım mora çaldı 

yüzüm pembeye 

gözüm çakıra kaydı 

arzum beyazda kalmak idi 

onu da gece siyaha boyadı 

sonunda musiki yetişti şeffafa yapıştım 

peki şimdi bedenimi kim çıplağa boyayacak?

 

Reha Başoğul

Eki 162007
 

Kukla

Kaç saatte büyüttüm seni bir bilsen
bakmazdın bana, sıradan bir sahip gibi
kaç gece oynatmamı istedi seni benden bir bilsen
saklardın beni ketumluğunun altına, savaştan kaçar gibi

ellerim kaçtı
kasıklarım şaştı
sesim rüzgarı aştı
basılı bir kor tanesinde
iplerim bağışlasın beni
kusurlu aşklar çeşmesinde
bedevi kaldım
sabrım taştı
yerin kurudu
sen dağıttın oynar başını

ılık ülkenin bahar akşamında konuşan
yapraklı yollarda alnıma mine koyan
ey duyuların koruyucusu!
ey erkekliğin münzevisi!
yaklaş bana!
bu kuklanın kiriyle
nasıl yıkanır aşk
nasıl imbatlara sarılır
uçar ininden
karanlık niye susmaz ki yerinden
sazını ozana bırakmaz
gözünü sakınmaz tenden

öğret böceklerin dilini
çamura karışayım yarın
kapat kuklamın perdesini
yüzüne bakayım yarın

Reha Başoğul

Eki 152007
 

mutluluk sanatı

“Seven Years in Tibet” filmiyle aynı dönemde okuduğum için, görsel hafızamda filmdeki sembolizmaları kullandığımı hatırladığım Nobel Barış Ödülünün de sahibi Dalai Lama’nın bir psikiyatri uzmanının editörlüğünde onunla yaptığı konuşmalardan oluşan, mutluluk oyunu oynadığı kitabı…Acılarınızla, çevrenizle olan ilişkilerinizde, kendinizin sahip olduğuyla var olan sizin beyninizi yönetmek için bir takım ilişkilendirmelerine ihtiyaç duyabildiğinizi belirten – ki bunları bazen basite indirgeyip, köpeğinizin bakımından tutun da, duvara çakamadığınız çiviye kadar rütin sorunlarda bile bu çıkmazlardan nasıl ayrılacağınıza dair çözümler elde edebilirsiniz- psikolojinizin derinliklerine kadar inen, mutlu olmak için gereken ipleri birbirine bağlayan, hatta düğümlediğini düşündüğü bu öğütlerle çevrenizle ‘dünya için neler yapabilirsiniz’ sorusuna cevap vermeyip pembe pembe pamuk şeker verdiğini bana düşündüren, Dalai Lama, savaşlar içerisinde yaşayan İtalya’nın Michalengelo ve Da Vinci’yi çıkartan bir dönemin aksine,  İsviçre’de 500 yüzyıllık sorunsuz yaşanan bir ülke politikasında üretilenin guguklu saatten ibaret olduğunu söylüyor. Kısacası adam bir savaş çocuğu olarak da bakıyor yaşama ve doğal sağaltımın gerekliliğini de savunmuyor değil.  Bu açıdan bir “Ali Demirsoy” politikasının benzerliği dikkat çekiyor haliyle. Kuşkusuz ‘acı olmadan ne üretim ne de mutluluk olmaz’ mantığının, kitabın yazıldığı yıllarda çok global bir yaygınlıkla ele alınmadığını ve anlaşılmadığını düşündüğüm için, çok satanlar listesinde uzun süre kalması mantıklıdır mantıklı olmasına ama, bu mutluluk oyununun sonradan çokça kötü varyasyonlarıyla bir kitap kirliliğininin yolunu da açmıştır gerek Dalai Lama gerekse Osho..

Eki 142007
 

Kadının Durduğu Yerde

 

özleme konuktur yatsı 

elinde kalır kırıksı saçı 

kesiği yorgun 

tutkusu siyahı 

tel tel yoğrulmuş esansı 

soluk alır gibi bakar 

boğulur gibi yanar 

öpülen kokusunda 

ten renginde konuşan rüzgarı

 

Reha Başoğul

Eki 142007
 

haiku
Sergei eisenstein’ın sinema teorisindeki kurgu üzerine düşüncelerinin temelinde yer alır ve bize Matsuo Bashou, Yorgo Seferis ve Oruç Aruoba okutturmak için güzel bir bahane olarak dünyada iyi ki vardır dediğim ve arada şiir yazmak için tercih ettiğim şiir formu… Derler ki matematikçiler kendi aralarında şakayla karışık: eğer ki bir gün tüm haikular evrenin sonsuzluğunu anlatabilirse, evrenin genişlemesi duracaktır. Bir haiku şiirim için tıklayın.

Eki 142007
 

Bir Yol Şarkısı

 

çarşaflara izlerini bırakan 

tenleri küllenmiş bedenlerde 

kapatıyor karanlık, yaldızlı yollarını… 

devrim yapılmış 

Ekim duvarı yıkıldı yıkılacak 

sanki herşeyin farkında 

kaçacağımız yolları açıyor 

 

kalplerde çığlık kuşları 

sabah kokmuş pencerelerde ötüyor 

saçları elek olmuş yar üzerinden 

saçaklanmış güneş, ufuk yolunda 

süzülmeye bırakılıyor… 

 

karanfilden yollar dizilmiş sırtta 

tan yerinin fısıldadıkları 

kızılı emmiş yüze söyleniyor: 

haydi kalk! yolculuk vakti geldi geçiyor… 

kulakta çizmeli kovboyun nağmeleri 

boyunlarda buselerin çizgileri 

yeşili gören gözler kurşuni, 

giyilen kazakların kokularını ezberliyor… 

 

iyice yaklaşmış yolculuk bulutları 

sarmış buğu tutmuş araba camlarını 

yağacak gibi yollar 

bakılacak haritalara eller ısıtılarak 

bilinir ki şarkılar, naneli ağızları ıslatacak… 

 

gözüktü asvalt renkli ilk yağmur 

yolların üzerinde öylece soyunur 

bir noktadan bir noktaya 

biz kaçar o bozulur 

o kaçar biz yorulur… 

 

kız gibi sanki şu geçtiğimiz akarsu 

bekaret kemeri üstünde 

elma bahçeleriyle korunur 

kollarına bırakacağı erkeğini arar durur… 

 

dur yolcu kaçırmayalım domates tarlalarını 

içine almış gördün mü su yollarını 

iyi bak onlara 

bunlarla bezer kibarlığını 

bunlarla besler nadastaki kırmızılarını… 

 

koyunlar meler tarlanın karşı tarafında 

sırayla yolumuzu kapamışlar 

asıl yollar bırakacak bizi galiba yarı yolda 

oğlakları boynuz dalaşında 

çobanı uyumuş, çalıları solmuş merada… 

arkasında bir değirmen sinsiliğini korur 

tahtadan gözleri hareketsiz 

kendisiyle savaşacak hayalpereste doğrudur… 

 

dağlara bakılıp dalınırken virajlı bir yolda 

bir köy çeker sizi o yolun kahvesine 

ipek kozaları doluşmuş elleriyle… 

kararmış ayalarda 

belirgin bir hayat yolu çizgisi 

adını kasketli dayılar çoktan koymuş: 

yoksulluk takvimi… 

takvimden bir yaprak koparayım 

yollarını onlar da bulsun derseniz 

Ho sesleri arabaya birden doluşur 

bakraç bakraç yörük ayranıyla doyulur 

heey not alalım: 

tandır kebabları dönüşte sefer tasına konur 

 

çıkılır patika yollardan anayola 

sanırsınız uzakta yürüyor bir kaplumbağa 

ezmeyelim duralım orada 

yaklaşınca biraz soruya 

esmer bir çocuğun kafası yakalanır cevaba 

elinde örme sepetler 

satmaya çalışır yollara… 

 

işte şuh bakışlı bir göl kenarı 

üstünde yeşil bir gömlek 

düğmeleri bekliyor açmamızı. 

içine kurbağalar sıkıştırılmış karelere 

hava yolları kapanmış flamingolar 

nazikçe davet ediliyor… 

 

az ötede bir piknik masası 

karelerden almış manzarasını 

‘çinekop mu kefal mi? ‘ sorar oraların ağası 

kemençe sesleri kovalarken havayı 

koyulur yola damakta taze çekilmiş kahve tadı… 

 

yollar zamanı delip geçer 

utanarak çıkarsınız yola bu sefer 

budaklanmış yolun dallarını ararsınız 

bir bakarsınız 

kaya mezarlarını karşınıza almışsınız 

yoldan gönülsüz çıkanlar içinmiş lahitler 

gezgin poyrazlar ölü tozlarını üfler… 

 

alacakaranlık düşürürmüş yolları 

düşenin dostu olmadan 

bir kanyon başında güneşi kaçmadan kıstırmalı 

tam da yerinde bağırtırır arabadaki kovboy gitarını: 

hadi uzat şimdi ona dudaklarını 

hadi uzat şimdi ona dudaklarını… 

 

yolcu yolunda gerek 

haritadan sıcak bir oda seçilerek 

girersiniz çakıl taşlı yola 

hizmetinizde pembe yanaklı bir oyalı kadın 

kurulur hemen yer sofrası 

of sıcacıkmış yulaf çorbası 

yanımıza sığınmış lavaş belli ki ateşe çok kızgın. 

parmaklarda ev baklavası 

dillerde sazlı türkülü oyun havaları 

anlatılır birbir yüzü gülücükten oluşmuşa anlamları 

 

yol der ben yorgun 

benden tavsiye siz burada uyuyun 

bakarsınız ki gökyüzüne 

duruyor ateşli bir kuzgun 

sanırsınız gece yoldan suskun 

halimizden anlayarak konuşur oyalı hatun: 

alın semaver elinize, sırtınıza da battaniye 

siz gidin biraz da kerpiç evin üstünde konuşun. 

cırcırböcekleri aşk yoluna girmeden 

usulca çıkılır korkuluksuz merdivenden 

sihirli küreye sokulunca evren 

ne yollardan geçmişiz, 

kim bu yolların efendisi diye 

sorulur her tarafı yıldızlarla kaplı küreye… 

 

dilimlenmiş Ay’ı yıkayan karanlıktan 

gecenin sözleri iner peynir dilliye 

kokusu unutulmamış kazaklara 

ip kınalı soğuk eller sokulur 

sedir bir yatakta gönüller samanlık olur 

ve açılır tekrar yaldızlı yollar 

yolu sevgiden geçen 

mahrem bir yola akar son yağmur 

yollar kavuşur 

yollar sevişir 

yollar bir olur…

 

Reha Başoğul

Eki 132007
 

Islıklar

 

kinimi gömdüm gölgeme 

çiçeklerle bezedim sevgilime.. 

göz nuru el emeği kanımı 

yunuslardan aldım kendime sattım… 

 

çarpık kulvarlardan sıkıldım artık 

boş duvarlardan bunaldı bu yanık 

bilebilseydim kendimi artık 

sorardım bu yunuslara nerede taç nerede azık? 

 

her darbe, damak tadı gibi 

her göz, kara kaplı defterim gibi 

bir bıldırcın ararsın sen ya 

ben onu öldürdüm görürsen söylet soyuma kandığın gibi… 

 

bozgun sesleri bunlar 

bozguncu dilberleri 

 

hülya seslerde 

ifşa eden benzerlerin… 

ne buhar göğsümü kanattı 

ne kapı eşiğindeki şehvetlerin 

 

tapınak sütunlarıma mı çizeyim seni 

karabatak yuvalarında mı vereyim elimi 

ne acı ne bal 

olmazdı dinginliğin eseri 

 

ah yunus yüzlüm 

ah inci dişlim 

ne üzdü seni de 

bitirdi bahçemdeki firüzeleri 

ne terbiye edildi de 

ıslıkların adı oldu cazibeli 

 

aşk bağından bir salkım almak için 

niye gerekir ki bir demet yasemin 

olsaydı ya bir su bir ekmek 

senin yüzünü güldürebilmek için 

 

özledim seni özledim tenini 

Ne mecusi anlar beni 

ne de okyanustaki ahali 

yunus yüzünü özledim belli

 

Reha Başoğul

Eki 022007
 
Moğol Kurdu

Homeric imzasıyla çıkan Moğol Kurdu, türü itibariyle bir tarihi anı roman. “Türklerin soyu moğollardan mı geldi?” sorusuna ise cevap anlamında dokunduyor biraz. Bu kitabın türkiye’de popüler olmasının sebebi ise siyasete bulaştırılması.

Tarihi romanları okumayı tercih etmemdeki en büyük sebep, klasik tarih kitaplarının aksine, tarihsel bilgileri daha çabuk ve zevkli alabilmem. moğol kurdu’nu da bu yüzden tercih etmiştim. moğol yaşayışı biçimi ,inançları ,göç hayatı ve at üstündeki maceraları bana bu anlamda veriler sağladı diyebilirim. Continue reading »