Şub 022011
 


Mariza - Fado - İş Sanat Konseri - 2 şubat 2011

“Şarkıma bir fado getirdim
Gece, sabaha kadar şarkı söyledim
Halkımın gözyaşlarını
Mouraria şarkımla dillendirdim

Kendim için
En sevilen aşklarım için bir özlemim var
Bitmeyen bir yeri söyledim
Denizi, yeryüzünü, fado’mu

Benim fado’m

Kendimle ilgili sadece kendimi
Hayatımın kadınını özledim
Rüya hakkında, o benim derim
Ve kendimi çoktan doğmuş bulurum

Şarkıma bir fado getirdim
Ruhuma korunmuş geliyor
İçerden, kendi merakımdan geliyor
Fado’mu aramaktan

Benim fado’m, benim fado’m, benim fado’m…”

/Mariza- Meu Fado, meu’dan

1999’dan beri Amalia Rodrigues Vakfı tarafından “Fado’nun Sesi” ünvanını, Fado Em Mim, Fado Curvo, Transparente, Terra,Concerto en Lisboa albümleriyle başarıyla devam ettiren Mariza, güçlü ve ağıt dolusu sesiyle 2 Şubat gecesi İş Sanat’taki koltukların tamamını dolduran dinleyicilerine Fado Tradicional albümünün tanıtımı kapsamında 2 saate yaklaşan bir konser verdi.

Aralıksız süren konser boyunca , seyirciyle de her daim yakın temasta bulunan Mariza’nın sahnesi, kendi deyimiyle Portekiz’in fadoya özgü tavernası, fadonun tarihindeki geri dönmeyen denizciler için yakılan umutsuz ağıtların dışında, Mariza’nın modern şarkılarını da dinleme fırsatı bulduk.

Mariza - Fado İş Sanat Konseri - 2 Şubat 2011

Konser öncesi Hürriyet ile yaptığı röportajda , 5 yaşından beri fadonun hayatının tamamını oluşturduğunu belirten Mariza, konser sırasında da dikkati çeken Portekiz halkının kaderinde yatan hüzün ve özlem duygularının, dilini bilmeseler bile evrensel olarak ifade edebilmekten emin ve ruhunu verir bir halde şarkılarını söyledi. Röportajdaki bu duruma ilişkin ifadeleri ise şöyle: Continue reading »

Oca 292011
 

Antonio Vivaldi- Astor Piazzolla - Dört Mevsim - The Four Seasons

“Aynı günde dört mevsime şahit olmak gibi bir şey bu.
Önce özlüyor,
sonra ağlıyor,
akşamları kusuyor,
geceleri çok seviyorum”

/ Özdemir Asaf

Akbank Oda Orkestrası, 26 Ocak’ta Caddebostan Kültür Merkezi’nde, 27 Ocak’ta ise Cemal Reşit Rey konser salonunda, Şef Cem Mansur yönetiminde ve Kanadalı Lara St. John’un keman solosuyla okyanusların ve iki yüzyılın ayırdığı iki besteci Antonio Vivaldi’nin Venedik’i ile Astor Piazzolla’nın Buenos Aires’i, “Dört Mevsim”temasıyla bir araya getirdi.

Akbank Oda Orkestrası - Dört Mevsim - Lara St. John

Daha önce “Venedikliler/Venediksizliler” başlıklı konserinde Vivaldi’nin gitar konçertolarıyla Puccini’nin eserlerini birleştiren ve 1998’den beri Akbank Oda Orkestrası Şefliği’nde görevini sürdüren Cem Mansur, Offenbach’ın 126 yıllık duyulmayan operası “Whittington”u, Elgar’ın bitmemiş operası “The Spanish Lady”nin ilk seslendirişini yönetmesiyle de tanınıyor.

Lara St. John ise “Bach’ın keman konçertoları”yla iTunes’da klasik albümler kategorisinde 1 numaraya yükselen, ilk albümü “Bach’ın Solo Keman Eserleri” ile ünlenen ve 50 binin üzerinde bir satış rakamı yakalamış, 2 yaşından beri kemanla içiçe olan ve 1779 yapımı bir Guadagnini kemanı kullanan bir sanatçı.

Kızıl Papaz Vivaldi ile Bandoneoncu Piazzolla’nın Dört Mevsim beraber “Suyun Kıyısında Yaşam ve Ölüm”ü - Lara St. John - Akbank Oda Orkestrası Konser Notları

Lara St. John’un yeni albümü olan “The Four Seasons”’ tanıtımı gayesiyle düzenlenen bu etkileyici konser öncesi, Cem Mansur, gecenin ruhuna uygun bir şekilde Vivaldi’nin dört mevsim eserlerini ve -tıpkı Beethoven’ın “Pastoral Senfonisi” gibi bir eseri üretmesine mazhar olmuş olduğu gibi- ilham alan Piazzolla’nın “dört mevsim” keman konçertolarının tango çeşitliliğine nasıl katkı yaptığının tarihini ve öykülerini anlatan bir sohbetle başladı. Continue reading »

Oca 172011
 

Karar Anı - Jonah Lehrer - Kitap Kapağı “Çözdüm her şey çok basit
Denize doğru
Üç beş dakika yeter derdimi anlatmaya
Zaten çoğu şey değmez çok konuşmaya
Denize doğru

Düşlerimde bile kaçtım denize doğru
Aslında kaçmak değil sevgiye koşmak
Sessizdiler ama çoktular
Biraz deli biraz çocuktular
Denize doğru

Kolunu kaptıranlara çare bulunmaz
Yaşam bizden hızlı
Beklesen olmaz
Kararımı çoktan verdim
Denize doğru

Gülmez çünkü hiç bilmez
Dertleri ağır
Bütün kapılar çalınır
Ama bilgeler sağır
Mışlar mişler ne demişler
Burada bulamamışlar
Denize doğru

Gittim çünkü eskittim
Kentin sokaklarını
Kimsenin umurunda değil
Suratlar soğuk
Ardımda çok şey bırakmadım
Kalanları da almadım
Denize doğru

Adını düşürenlere üzülsen değmez
Sesini kaybedenlerin bir şarkısı olmaz
Kararımı çoktan verdim
Denize doğru”

/ Bülent Ortaçgil – “Denize Doğru”‘dan

Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi’nden Ferit Burak Aydar çevirisiyle çıkan, yazar Jonah Lehrer’in “Karar Anı” kitabı, hayatımızda verdiğimiz kararların, insanların akılcı varlıklar olarak, mantıklı kararlar alma yetisini başka bir perspektifte inceliyor.

Nobel ödüllü sinirbilimci Eric Kandel’in laboratuvarında, Le cirque 2000 ve Le Bernardin restoranlarında çalışan, Boston Globe ve Washington Post gazetelerinde, Nature, the New Yorker ve Seed dergilerinde yazıları yayımlanan bir yazar olan Jonah Lehrer’in daha önce “Proust bir Sinirbilimciydi” kitabı da bulunmaktadır.

Tarzı itibariyle “İrrasyonel” ve “Buyology” kitaplarını anımsatan “Karar Anı”nda, yazarın beynimizin hangi anlarda, nasıl karar aldığını incelemek ve yakınen tahlil etmek adına örnek aldığı olayların asıl kahramanları olan oyun kurucular, pilot, şarkıcı, yönetmen veya poker oyuncularıyla birebir görüşmelerindeki aldığı izlenimleri, sinirbilim çerçevesinde değerlendirerek okuyuculara sunuyor. Analoji olarak Nobel ödüllü psikolog Herbert Simon’un insan beynini makasa benzetmesini kullanan Lehrer, her bir karar anında makasın bir ucu olan beyni ve diğer ucu olan beynin faaliyet yürüttüğü özgül çevreyi bilim dergilerindeki referanslarını da inceleyerek çıkarımlara varıyor.

Kitap, 9 bölümde ‘karar anları’nı inceliyor: Continue reading »

Oca 052011
 

Oruç Aruoba - Yürüme - Kitap İncelemelerim - Fotoğraf: Reha Başoğul


hep bir dimdik, dümdüz dürüstlüktür duyduğumuz,
ama bir kuşku kurdu kıvır kıvır kemirir köklerimizi–
nasıl da kolaydır yalanlarımız, uydurmalarımız,
nasıl da rahat. iç sızlaması nedir bilmeyiz;
başedilemez gerçeklerimiz hazırdır çünkü hep–
kozasında mışıl mışıl kanat takınır tırtılımız,
sindire sindire yapraklarımızda açtığı delikleri.
övünürüz delik deşik, bölük pörçük
yeşilliğimizle — yenmiş bitmiştir oysa
büyüme noktalarımız, su çekmez artık
kök uçlarımız, dökülüp gitmiştir
taç yapraklarımız artık.
nasıl da yabancı topraktan baş uzatmış taze fide bize.
gündüz yarasalarıyız biz.
…”

/ Oruç Aruoba – “Gündüz Yarasaları” şiirinden…

Şair, yazar, felsefeci, çevirmen ve öğretmen Oruç Aruoba’nın “De ki işte” ve “Tümceler” ile birlikte, yazılış olarak ilk, yayımlanış olarak üçüncü sırada tümlenen ve ilk olarak 1992 yılında Metis Yayınları’ndan basılan “Yürüme” kitabı, Kissenger’ın meşhur sorusuna uygun şekilde kuyulardan su çekmemize olanak tanıyor: “Yanıtlarım için sorularınız var mı?”…

Hani, Uzak, İlişki Üstüne gibi kitapları bilenler ve hatta haikularından takip edenler için Bilge Karasu ve İoanna Kuçuradi literatüründeki adına sıkça rastladığımız Oruç Aruoba’nın “Yürüme”deki söylemi, size felsefe adına bir fidan vermek değil veya orman içinde gezdirmek değil, felsefe tohumlarını zihninize ekmek ve üzerinde yürürken onları kaotik bir şekilde zihninizin diğer alanlarına taşımayarak “düzenlemek”…

Kitap üç ana bölümden oluşuyor ve kendi içinde parçalanıp, nihayetinde ve hiç başlamadan da kendi tutkallarını buluyor:

1. “BİZ(Zaten)”,
2. “yer, yön,yol”,
3. “kişi(HEP/HİÇ)

1. BİZ(Zaten)

Continue reading »

Oca 022011
 

Çarlık Rusyası Resim Sergisi - Pera Müzesi - Afiş

“Yüz binlerce insan avuç içi kadar bir yere toplanıp, üst üste yaşadıkları toprak

parçasını çirkinleştirmek için var güçleriyle çalışmış olsalar; üzerinde hiç bir şey

yetişmesin diye her yanına taş dikmiş, filizlenen her otu kökünden koparmış, havayı

taş kömürü, petrol yakarak ellerinden geldiğince kirletmiş, çevredeki tüm ağaçları

kesmiş, tüm hayvanları, kuşları uzaklaştırmış olsalar bile gene de ilkbahar ilkbahardı…”

/ Lev Nikolayeviç Tolstoy – Diriliş’ten

19. yüzyılın ikinci yarısında Çarlık Rusyası’nda yaşanan gelişmelerin Rus ressamları tarafından anlatıldığı resim sergisi, Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi tarafından 4 Kasım 2010 tarihinden itibaren sergilenmeye başladı.

Bünyesinde 360 bin resim bulunan St. Petersburg‘daki Rus Devlet Müzesi’nin koleksiyonundan özel olarak seçilmiş realizmin güçlü öğelerini taşıyan bu 65 resmin, dönemin Rusyasında , işçi, kadın sorunları, çocukların bakış açıları, insanların aralarında nasıl eğlendiği ve Rus tarihinde bir çok edebiyatçıya esin kaynağı olan savaş, barış ve ölümün tema olarak yer aldığı resimlerden oluşuyor.

 İlya Repin - Volga Kıyısında Burlaklar - Çarlık Rusyası Resim Sergisi - Pera Müzesi

Serginin en önemli resimlerinden olan 1844 doğumlu İlya Repin’in “Volga Kıyısında Burlaklar” adlı tablosu, Rus resim sanatının en önemli eserlerinden biri olarak gösteriliyor. İşçi sınıfı içerisinde halkın tokluk adına nasıl bir mücadelenin içine girdiğine dair bir resim yapmaya karar veren Repin, 1868’de Neva Nehri’ne yaptığı yolculukta , paçavralar içinde bir tekneyi çeken burlakları gördüğünde içler acısı durumdan ilham alır. Volga kıyısında mavnayı çeken 11 burlağın yüzleri düşmüş, bitap halde, kayışları sırtına alarak ilerlemeye çalışırlar. Her birinin vücudundaki direnç kimi zaman yenilmiş, kimi zaman dirençli kimi zaman hırs dolu olmasıyla detaylanan resimde tek uzaklara bakan ve aralarında en genç olan burlak, o an için kayışı gevşetmektedir. Sergi notlarına göre Repin’in genç delikanlının açık ve parlak renklerle resmedilip, yırtık gömleğinin kırmızısının odak noktasını oluşturması , yerinden doğrulan Rusya’yı sembolize etmektedir.

İlya Repin kendi resimlerine dair felsefesini şöyle anlatıyor: Continue reading »

Kas 012010
 

Dört Kişilik Bahçe - Murathan Mungan - Tiyatro - Radyo Oyunu - Afiş

“Nasıl geçti habersiz o güzelim yıllarım
Bazen gözyaşı oldu, bazen içli bir şarkı
Her anını eksiksiz dün gibi hatırlarım
Dudaklarımda tuzu, içimde yanar aşkın

Hani o saçlarına taç yaptığım çiçekler
Hani o güzel gözlü ceylanların pınarı
Hani kuşlar, ağaçlar binbir renkli çiçekler
Nasıl yakalamıştık saçlarından baharı

Ben hala o günleri anarsam yaşıyorum
Sanki mutluluğumuz geri gelecek gibi
Hala güzelliğini kalbimde taşıyorum
Dalından koparılmış beyaz bir çiçek gibi”

/Nihat Aşar

Murathan Mungan’ın ilk öykü kitabı olan ve 1985’te yayımlanan “Son İstanbul” kitabındaki “Dört Kişilik Bahçe” adlı ilk öyküsünden film senaryosuna ve radyo oyununa da uyarlanan bu tiyatro oyunu, 2010-2011 sezonunda da İstanbul Şehir Tiyatroları’nda Ersin Umulu yönetiminde sahnelenmeye devam ediyor.

Mungan’ın, başta radyo oyunu olarak tasarladığı oyunun başlangıcında, Zuhal Soy’un hazırladığı, sizi mest eden bir sahne dekoruyla karşılaşıyorsunuz: Bir Çınar ağacı, bir konak , yerlerde kızılın farklı tonlarında sonbahar yaprakları, ahşap oymalı kapılar ile Osmanlı’dan kalma nostaljik bir konağın atmosferi içerisine hemen giriyorsunuz.

Dört Kişilik Bahçe - Murathan Mungan - Tiyatro - Radyo Oyunu - Harbiye Muhsin Ertuğrul Tiyatro Sahnesi

Mungan, öyküsüne ilham veren bu konağın hikayesini şöyle anlatıyor:

Continue reading »

Eki 282010
 

Perfume: The Story of a Murderer - Koku- Patrick Suskind Sinema - Film analizi - eleştiri

“Geçip gitmişti karşısındakinin kendi eti,
kendi kanı olduğu yollu yuvacıl düşünceler.
Toz olmuş dağılmıştı babalı oğullu,
güzel kokan analı duygusal idil.
Elinden çekilip alınmış gibiydi
kendinin de çocuğun da çevresinde düşlediği,
o sımsıcak saran örtü:
Yabancı, soğuk bir yaratık yatmaktaydı dizlerinde,
niyeti düşmanlık olan
bir yabani hayvan;
o kadar ağırbaşlı
ve Tanrı korkusuyla akılcı düşüncenin
yönettiği bir kişiliği olmasaydı
çocuğu bir iğrenme anında,
bir örümcekmiş gibi
fırlatıp atmıştı bile.”

/ “Koku” romanından

Bir çok öyküsü, romanı ve senaryosu bulunan 1949 doğumlu Alman romancı Patrick Süskind, 1985 yılında basılan, 46 dile çevrilen, milyonlarca baskı yapan ve kendisine Gutenberg, Faz gibi ödüllerini kazandıran Koku (Das Parfüm) adlı romanıyla, Almanya’da bir roman hakkında postmodern öğeleri taşıması açısından ciddi ölçüde yankılarla övgüler düzülmesine ve eleştirilerin yapılmasına neden olmuş ve uzun süre çok satanlar listesinde kendi yer bulmuştur.

Fantastik, tarihi, polisiye türünü içinde barındıran bu roman, içerdiği tasvirlerle, kokuyu öyle etkileyici betimlemiş olacak ki okurlar tarafından çok ilgi gördü ve sıradışı adledildi. Bu etkileyici betimlemeler nedeniyle, romanın sinemaya en başarılı uyarlayacakların listesinde Stanley Kubrick, Tim Burton, Peter Jackson gibi yönetmenlerin isimleri anıldı. Süskind’in romanının gerçeküstü öğelerle kaplı ve birbirine çelişkili gibi gözüken durumları nedeniyle bir çok yönetmen bu romanı filme çekilmesi imkansız olarak andı ve dillendirdi. Ancak Süskind’in uzun süre bu roman sayesinde aldığı ödülleri reddettiği gibi, sinemaya uyarlanmaması için ısrarcı tutumu kırıldı ve 2006 yılında, “Run Lola Run” filminden tanıyacağımız Tom Tykwer sayesinde bu zor film, sinemalarda seyirciyle buluştu, film müzikleri ise bir çok kişi tarafından beğeniyle dinlenmeye devam ediyor.

Romanda genel olarak; eklektik bir dille postmodern öğelerin ustaca yerleştirildiği ve bir zincire vurulmuş Prometheus’un öykünülme metaforu “Tanrı-katil” ‘in kendini arayışı çok katmanlı bir şekilde dile getirilmektedir.

Koku - Das Parfum- Parfüm - Patrick Süskind - Sinema - Kitap Eleştiri - Analiz

DÖRT BÖLÜMLÜK ESRİME

Süskind, romanında, Paris’in en kötü kokan ve pislik içindeki pazar yerinde Fransızca’da kurbağa anlamına gelen Grenouille’nin doğumunu anlatarak başlar:

Continue reading »

Eki 232010
 

 

 

Orhan Veli Kanık - Müşfik Kenter - Orhan Veli Şiirleri - Kenterler Tiyatrosu

alıp başımı gitmiştim
koşmuşum Ay’a kadar
üstümde ter kokularımla
yorulmuşum germiştim hamağımı
bahar rüzgarında
yapraklarını sallayan iki ağaca
tam gözlerimi kapattım kapatacağım
diyordum değmeyin keyfime aman ha! ! !

birdenbire duydum ismini
hani şu gürültülü takalar geçerken
sessizlik senin sesinle üzerime gelirken
çekilin Orhaan Velii geliyor diye
kulağıma kuşlar fısıldarken
ya gidin başımdan dedim
yalan söylemeyin yok daha neler
aa sonra bir baktım
gökyüzünü boyuyor biri mavi mavi
bir baktım deniz yırtılmış dikiyor biri
Uzaktan tanıyamadım ama
deniz feneri aydınlattı çehreni

 

Ah ah Orhan Veli
biliyor musun çok özlemişim ben seni
…..

/ Reha BAŞOĞUL – ‘Orhan Veli’yle Konuşuyorum Bedenim Boyalı’ şiirinden. [Şiirin Tamamı için >]

Dünyayı midye kabuğunun aralığından gören ve 14 Kasım 1950’de, 36 yaşında, önce alkol komasından olduğu zannedilen, sonradan bir çukura düşmesinin yarattığı beyin tramvası ile öldüğü raporlanan Orhan Veli Kanık’ın sesi, dramı, çocukluğu ve dünyası çoğumuz için sigara yakarken ki pozuyla Müşfik Kenter’in sesiyle örtüşür, öyle zannedilir.

Müşfik Kenter ise 30 yılını verdiği Orhan Veli’yi anlatma sevdasından hala yorulmamış bir sesle ve azimle vazgeçmedi. Kenter Tiyatrosu’nun  2010-2011 sezonunu açılışı da bu anlamlı etkinliğin 30.yılında perdesini tekrar açtığı tek kişilik oyun oldu. Murathan Mungan’ın oyunlaştırdığı, Oğuz Aral’ın tasarladığı dekorlar, Yüksel Aymaz’ın ışık tasarımı ve Selmi Andak’ın besteleriyle canlı piyano eşliğinde bir Müşfik Kenter gösterisi izledik, yine güldük, eğlendik, duygulandık, andık, doyamadık, özledik…

Orhan Veli - Müşfik Kenter - Şiir - Tiyatro - Kenterler Tiyatrosu

Müşfik Kenter’in sesinden dinlediğimiz, Orhan Veli’nin 43 şiirinden oluşan “Bir Garip Orhan Veli” albümü, Fenerbahçe sahilinde yaz günü,bir gece yarısı, kulağımda walkman, adaları seyrederken, hamakta ve deniz feneri ışığında konuçlanan bana, 10 seneden aşkın süre önce, yukarıda bir kısmına yer verdiğim yani “Orhan Veli ile Konuşuyorum Bedenim Boyalı” şiriini yazdırmıştı. Sonradan düşündüğümde “Boyandım”, “Bulutlar”, “Kim bilir?”,”Kırık Kalpler”, “Göçtüler”, Son Nefes” gibi bazı şiirlerimde Orhan Veli’nin ve Garip akımının etkisinde kaldığımı görebiliyorum.

Orhan Veli - Müşfik Kenter - Ben Orhan Veli

Continue reading »

Eki 132010
 

Leyla'nın Evi - Zülfü Livaneli - Nedim Saban - TiyatroKare- CKM - Afiş

“Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden
Eteklerine güneş rengi bir yığın yaprak,
Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak…

Sular sarardı.. yüzün perde perde solmakta
Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta…
Eğilmiş arza, kanar muttasıl kanar güller,
Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller
Sular mı yandı? Neden tunca benzemiyor mermer?

Bu bir lisan-ı hafidir ki ruha dolmakta
Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta!”

/ Ahmet Haşim – Merdiven şiiri..

Zülfü Livaneli’nin “Mutluluk” romanından sonra gelen, 2006 yılında aynı adla yayımladığı ve 60’dan fazla baskı yapan Leyla’nın Evi, Nedim Saban yönetiminde Caddebostan Kültür Merkezi’nde 8 Ekim günü sahneye kondu. Hiç bir boş koltuk kalmadan izlediğimiz ve seyircinin yaş ortalamasının da ilk bakışta 40 üstünde olduğunu rahatlıkla söyleyebileceğimiz oyunu , kitaptan tiyatroya Zeynep Avcı uyarlarken, dekoru ise bir çok ödüle sahip ve daha önce bu platformda yer verdiğim “Dünya’nın Ortasında Bir Yer”’in harikulade dekorunu da yapan Nurullah Tuncer’e ait.
Zülfü Livaneli kitabının tanıtım yazısında karakterlerini şöyle tanımlıyor:
“Kimi zaman bir savaş bir kentin, bir ülkenin kaderini değiştirir, kimi zaman bir tek kişi koca bir ailenin…

Leyla: Yalılarda doğmuş büyümüş bir paşazade, bir Osmanlı soylusu…
Ali Yekta: Uşaklık kaderini değiştirme ihtirasıyla yanıp tutuşan bir İstanbullu…
Rukiye-Roxy: Almanya’da doğmuş, seks modelliği yapmış bir hip-hopçı…

Kentlisi-köylüsü, varsılı-yoksulu, din hocası, söz sahibi bankacısı, gazetecisi… Her birinin bir nedenle ötekinin yaşamına girdiği, onu değiştirdiği günümüz Türkiyesi… Ve bir roman kahramanı gibi öne çıkan pırıltılı Boğaziçinde, Bosnalılar Yalısının ilginç dünyası…”

İyi bir eğitime sahip bir şekilde yetiştirilen ,yaşı oldukça geçkin Leyla Bosnalı, savaş yıllarında, birbirine aşık olan bir İngiliz subay ve bir Osmanlı yalı kızı anneden dünyaya gelmiştir. Annesini meydana gelen aşk sonucu, “gavurla beraber olma” nedeniyle aile içi cinayetten kaybeden Leyla Hanım, bu süreçte piyano,yabancı dil, bahçe bakımı gibi bir çok eğitimi de almış ve yalısında oturmaktayken, birden zengin bankacı Ömer ve eşi Necla çifti tarafından elinden alınmıştır.

Leyla'nın Evi  - Zülfü Livaneli - Nedim Saban - Tiyatrokare- CKM

Eki 102010
 

Tehlikeli İlişkiler - Choderlos De Laclos - Christopher Hampton - Alexandar Popovski

“aşkı en çok hak edenler,
aşkta mutluluğu asla bulamazlar.”

/ “Tehlikeli İlişkiler” oyunundan

Observer gazetesinin belirlediği “tüm zamanların en iyi 100 romanı” arasında 8. sırada yer alan, Milan Kundera’nın “Yavaşlık” adlı romanında “bütün çağların en büyük romanı” ifadesiyle bahsedilen, Choderlos de Laclos’nun 1782’de yayınlanan “Tehlikeli İlişkiler” (Les Liaisons Dangereuses / Dangerous Liaisons) bir çok filme ve operaya uyarlandığı gibi tiyatro uyarlamaları da seyirci tarafından ilgiyle izlenmeye devam ediyor.

İngiliz yazar ve yönetmen Christopher Hampton tarafından aynı adla tiyatroya uyarlanan Tehlikeli İlişkiler, İstanbul Şehir Tiyatroları’nın da 2010-2011 sezonu oyunları arasında Aleksandar Popovski yönetiminde yerini aldı.

Günümüz kuşağının daha çok, Stephen Fears’ın yönettiği , 1988 yapımı ve Glenn Close, John Malkovich, Michelle Pfeiffer, Keanu Reeeves ve Uma Thurman tarafından baş rollerinin paylaşıldığı ve 7 dalda Oscar adayı olan, bunlardan “ En İyi Uyarlama Senaryo”, “En İyi Sanat Yönetimi” , “En İyi Kostüm” dallarında Oscar’a kanımca haklı olarak layık görülen “Dangerous Liaisons/Tehlikeli İlişkiler” filmi ile tanıdığı, hemen hemen birbirine çok yakın senaryo metinlerinden oluşan tiyatro uyarlamaları da oldukça geniş kitleler tarafından izlendiği bilinmektedir. Şu sıralar Broadway’de sahnelenen Daphne du Maurier’in romanı Rebbecca’nın müzikal hale getirilmesine katkı sağlayan İngilizce çevirisini de yapmış Christopher Hampton, 1988 yapımı bu filme de yaptığı senaryo uyarlaması nedeniyle Oscar Ödülü kazanmıştı.

Continue reading »

Eki 032010
 
Scorpions İstanbul Konseri - Maçka Küçükçiftlik Park“Milyon Yılda Bir An
Işıklar yavaşça sönüyor
Hiç kimse yok,sadece siz ve ben
Hiçbir şey değişmemiş
Kalabalığın içinde yüzlerinizi görüyorum
Sanki hayatım boyunca
Her birinizi tanıyorum
Keşke bu gece sonsuza kadar sürse
Fakat gitme vakti
Güldüğünüzü görüyorum ve ağladığınızı
Hepimiz birimiz ve birimiz hepimiz için
Hiçbir şey değişmemiş
Şarkı söylemeniz daha yeni aklımdan geçti
Tepeden tırnağa ürpertti beni
Ne ihtişamlı bir gece
Bana kalsa sonsuza kadar sürebilirdi
Fakat gitme vakti
Milyon yılda sadece bir anım mı sizin?
Rüyaların gerçekleşmesi için
Milyon yılda bir an
Ben ölene kadar
Unutmayacağım bir an
Hayat denilen
Milyon yılda bir an
Otobüs dışarıda bekliyor
Tekrar yollara düşmek için
Hepinizi arkamda bırakıyorum
Bu gece başka bir rüyanın peşinden gideceğim
Ve siz evde olana kadar
Ben uzaklarda olacağım
Hiçbir şey sonsuza kadar sürmüyor
Gitme zamanı
Bir milyon yılda sadece bir anım mı sizin?
Rüyaların gerçekleşmesi için
Milyon yılda bir an
Ben ölene kadar
Unutmayacağım bir an
Hayat denilen
Milyon yılda bir an”

/Scorpions -A Moment In A Million Years-

40 yıllık kariyerlerinin son noktasında “Mammoth” adlı  turnesiyle veda etmeye karar veren ve daha önce 1993’te İnönü Stadı’nda, 2008’de de Parkorman’da konser veren efsanevi Alman hard rock grubu Scorpions’un 2 Ekim’de gerçekleşen İstanbul Konseri, ses verdiği süreçteki kuşağın ikilemlerini , yoksunluklarını, acılarını ve neşelerini yaşamış kişiler için bir çok içsel zaferin ruhunu da tekrar hatırlattı.

Under the Same Sun, Humanity , Wind of Change , Alien Nation, Bad for Good, White Dove , Ryhtm of Love gibi şarkılarıyla Dünya Barışı ve sorunlarıyla ilgili söylemlerinden mütevellit “Soğuk Savaş” döneminde Rusya’da konser veren nadir Batılı gruplardan biri olma özelliğini de bu sayede elde etmişti.

Continue reading »

Eyl 072010
 

U2 360 İstanbul Konseri - Atatürk Olimpiyat Stadı - Fotoğraf: Hurriyet.com.tr

Sen yoldasın
Fakat nereye gideceğin belli değil
Çamurun içindesin
Hayalgücünün labirenti içerisinde

Bu kenti seversin
Hatta işler iyi gitmese bile
Sen kentin heryerindesin
Kent, senin heryerinde

Güzel bir gün
Geçip gitmesine izin verme
Güzel bir gün

Dokun bana
Al beni öbür tarafa
Öğret bana
Umutsuz vaka olmadığımın farkındayım

Gör dünyayı, yeşil ve maviler içerisinde
Gör çin’i, tam da önündeki
Gör kanyonları, bulutla bölünmüş
Gör tuna kuşlarını, gökyüzünü süpüren
Gör gecede ışıldayan bedevi ateşini
Gör petrol kuyusunun ilk ışığını
Ve gör ağzında yaprak taşıyan kuşu

Tüm renkler geçip gitmeden…”

U2 – “Beautiful Day” den.

Gelmiş geçmiş en büyük rock gruplarından biri olarak anılan 145 milyonun üstünde albüm satışına ulaşan 30 yıllık grup U2’nun 2010 Avrupa Kültür Başkenti İstanbul’da Atatürk Olimpiyat Stadında verdiği konser öncesi gerek daha öncesinde başka ülkelerde 360 deneyimlerini paylaşayan medyada, gerek sosyal medyada önemli oranda etkisi oldu.  Konser alanı olan stadın uzaklığı , hem varış hem dönüş anlamında trafik çilesi , havanın yağmurlu olması gibi etkenler nedeniyle konsere gelmesi beklenen 100 bin kişi yerine 50 bin civarında kişi U2’nun ilk defa verdiği bu konsere iştirak etti.

Bu haberler sayesinde Japonya’dan İran’a, Brezilya’dan Güney Afrika’ya yaklaşık 29 ülkeden 10 bin kişi ise yurtdışından gelerek izleyeceğini, Türkiye’den alınan ilk biletin ise Ağrı’dan bir hayran tarafından alındığını öğrendiğimiz konserin bilet fiyatları ise Avrupa Kültür Başkenti fonunun yardımlarıyla U2’nun şu ana kadar 2 milyon kişinin izlediği  tahmin edilen Avrupa konserlerindeki bilet  fiyatlarından daha az bir fiyata sunuldu. Sahnenin sağ ve sol yanındaki “red zone” olarak adlandırılan bölümün biletlerinin tanesi 500 TL’den satılarak Bono’nun 3. Dünya ülkelerinin borçlarının silinmesi ile birlikte mücadele verdiği diğer alanlardan biri olan AIDS için harcanacağı söylendi.

U2 - İstanbul - Boğaz Köprüsü - Crossing The Bosphorus Bridge

Continue reading »

Ağu 032010
 

inception-poster-başlangıç

“Kimim ben?
Rüyasında kelebek olduğunu gören bir insan mı ?
yoksa rüyasında insan olduğunu gören bir kelebek mi? “

/Chuang Tzu

Christoper Nolan, The Dark Night, The Prestige, Batman Begins, Memento ve Following filmleriyle 2000’den sonra sinema dilini, teknolojinin görsel gücüyle birleştiren yapımlara imza atarken, 2010 senesinde “Inception “filmiyle bu konuda otoriteler tarafından “sanat eseri” , “başyapıt” sıfatlarıyla anılacak filmlerden birinin hem senaryosunu yazdı hem yönetti hem de yapımcılığını üstlenmiş de oldu. Nolan, sinemanın daha fazla popülerleşmesine sahne olan teknolojiyi arkasına aldığı bu yapımda rüya olgusunu , her kitleden seyircinin kendinden parçalar bularak alacağı aksiyon, aşk, kurgu, animasyon, simulark,görsel yönetmenlik, soyut alem, gerçeklik gibi olgularla  ve Hans Zimmer’in müzikleriyle de birleştirerek, postmodern sinemanın eksperssiyonizm öğeleri yoğun hissedilen zirve örneklerinden birini gerçekleştirdi.

Inception - Rüyaya ve Hafızaya ilişkin filmler

Bu filmden önce Tarsem Singh’in “The Cell”, Marc Caro ve Jean Pierre Jeunet’in “The City Of Lost Children“, Wachowski kardeşlerin “The Matrix Triology” Josef Rusnak’ın “The Thirteenth Floor“, Alejandro Amenabar’ın “Abre Los Ojos” veya çoğu izleyicinin bildiği versiyonuyla “Vanilla Sky“, Martin Scorsese’nin “Shutter Island“, Richard Linkarter’in “Waking Life“,Darren Aronofsky’nin “The Fountain“, Michel Gondry’nin “The Science of Sleep” ve “Eternal Sunshine of Spotless Mind” ve yine Nolan’ın “Memento” ile hafızanın derinliklerine ve rüya alemlerine yaptığı sinema diliyle yolculuk bu yüzyıl için yeni, ancak insanoğlunun başlangıçtan bugüne kadar gelen hakikat arayışının da görsel yönleriyle anımsatacağı bir derin miras da aynı zamanda.

RÜYALARDAKİ HİPERGERÇEKLİK DUYGUSU

“Rüyaları gerçekleştirmenin en kestirme yolu, uyanmaktır.” / J. M. Powe

Nolan, filmde insanların rüyalarından sır gibi sakladığı bilgileri çalmak için uzmanlaşmış Cobb ve ekibinin dolandırıcılık hikayesine yer verirken, insanların bilinçdışılarına yaptıkları yolculukta da Cobb’un ancak rüyalarda yaşatabileceğine inandığı eşi Mal’u defalarca acı, özlem,ihanet ve tramvatik normlarla karşısına çıkartıyor. Eşi hakkındaki düşüncelerine ilişkin korku nevrozu yaşan Dobb’un ruh halini anlamak açısından rüyalar konusunda uzman Sigmund Freud‘a kulak verelim: Continue reading »

Ağu 012010
 

Natalie Cole - Istanbul - Turkiye - Fenerbahce True Blue - 31 Temmuz 2010


“Unutulmayan, işte bu sensin
Uzak veya yakın olsa da unutulmayan
Hep söylediğim bir aşk şarkısı gibi
Seni düşünürken canımı acıtan
Daha önce kimse senin kadar değerli olmadı
Ne olursa olsun unutulmayan
Ve ebediyen unutulmaz kalacaksın
İşte bu yüzden sevgilim, bu inanılmaz
Birinin böyle unutulmaz olması
Düşün ki ben de unutulmayanlardanım.”

/Natalie Cole – Unforgettable’dan..

1965’te hayatını kaybeden caz piyanisti Nat King Cole’un hayatımızın bazı hatıralarının sessizliğini seslendirirken, diğer yandan 60-70 kuşağının çok iyi bildiği bir sesi de Dünya’ya kazandırdı: Kızı Natalie Cole. Siyahi sesin en kıvrımlı melodilerini dile getirmekle 8 Grammy  dahil bir çok ödül alan, Ray Charles, Frank Sinatra, Whitney Houston ve tabii ki babası Nat King Cole gibi bir çok, bu yüzyılda değeri daha da çok anlaşılacak müzik ustasıyla yaptığı düetlerle de manidar Natalie Cole, 31 Temmuz 2010 gecesi Fenerbahçe True Blue’da , bembeyaz elbisesiyle tıpkı karşımızdaki Adalar’ın ışıkları gibi  parıldayarak aramızdaydı ve bu ruhu İstanbul’un huzurlu mekanı Anadolu yakasından da duyurmuş oldu.

Natalie Cole - Istanbul - Turkiye - Fenerbahce True Blue - 31 Temmuz 2010

Seyircinin yaş ortalamasının yüksek olduğu konserde, seyircinin bir kısmı adeta bir merasim havasını anımsatacağını düşünerek gelmiş, kimileri ise ki daha çok genç jenerasyon çimlere oturarak bu R&B ve jazz’ın tarihe mal olmuş şarkılarını dinlediler. Natalie Cole , mütevazı orkestrasının eşliğinde when i fall in love, unforgettable, this will be, miss you like crazy, smile  i wish you love, they cant that way from me,i live for your love gibi şarkılarını seslendirirken, this will be şarkısında ise seyirci ve  yorumcunun bütünleştiği en doruk an oldu. Yaklaşık 80 dakika süren konser sonunda, bir çok kişi için, uzun süren hastalığın sonunda müziğe eski performansından hiç bir şey kaybetmediğini gösteren 2009’da çıkardığı “Still Unforgettable” albümünü tekrar dinletmek için gereken enerjiye sahip olduğunu gördük.

Continue reading »

Tem 272010
 

The Cranberries - İstanbul - Türkiye - Live - Maçka Küçükçiftlik Park - Konser
” Söylediklerimi anlayın
Bana sırtınızı dönmeyin
Çünkü hayatımın yarısını yanınızda geçirdim
Bunu inkar edemezsiniz
Beni görüyor musunuz? Görüyor musunuz?
Benden hoşlanıyor musunuz? Orada durmamdan hoşlanıyor musunuz?
Farkediyor musunuz? Biliyor musunuz?
Beni görüyor musunuz? Görüyor musunuz?
Kimsenin umrunda mı?
Mutsuzluk ben gençkendi
Ve umrumuzda değildi
Çünkü biz hayatı eğlence olarak görmek ve yapabiliyorsak onu kazanmak için yetiştirildik
Annem, annem bana sarıldı
Bana sarıldı mı, ben oradayken
Babam, babam, beni sevdi
Oh beni sevdi, kimsenin umrunda mı?
Ne hale geldiğimi anlayın
Bu benim tasarımım değildi
Ve her yerde insanlar olduğumdan daha iyi bir şey düşünüyorlar
Ama sizi özlüyorum, özlüyorum
Çünkü bunu seviyordum. Seviyordum
Ben oradayken
Bunu biliyor musunuz? Biliyor musunuz?
Siz beni bulmadınız, beni bulmadınız
Kimsenin umrunda mı? “

>/ The Cranberries – Ode My Family’den

7 yıl aradan sonra birleşerek bir çok hayranını sevindiren The Cranberries, birleşmeden sonra Kasım’da başladıkları konser turnesinin duraklarından biri olan İstanbul’da 8 sonra tekrar yaklaşık 10.000 kişiye anılarını yüksek sesle dile getirmelerine olanak tanıdı.

Konsere olan yoğun ilgi, konser öncesi uzun ve düzensiz kuyruklardan kendini belli etmesine, içeri seyircilerin alınmasıyla beraber gitgide hareket edecek alanın bulunamaması ve havanın sıcaklığına rağmen herkeste oluşan heyecan kendini belli ediyordu. Bir çok kişi birbirini tanımamasına rağmen konser alanında sıcak sohbete ve hatta The Cranberries parçalarının anılarında nasıl etki yarattığını anlatması açısından da bu seneki bir çok konserin aksine bir çok insanla da tanışma fırsatı buldum.  Kuruçeşme Arena ve İnönü Stadı gibi konser alanlarında tecrübelerimize dayanarak Maçka Küçükçiftlik Park’ın darlığının bir yandan samimiyeti oluşturması gibi avantajların dışında, sahnenin arkaya doğru eğimli olması, ses düzeneği ve arkada kalan seyircilerin önüne bir başka ekran daha koyarak konserin enerjinin yayılmasını engelleyen mimari yaklaşımının negatif özelliklerinden olduğunu söylemek gerek. Organizatörlerin herhangi bir kavga yaşanmaması ve can güvenliği açısından daha fazla tedbir alması gerektiğini düşünüyorum. Bunun dışında konser alanında satılan alkollü ve alkolsüz içkilerin  dışında diğer ünlü grupların Türkiye’de bu sene verdiği konserleriyle kıyaslandığında çok daha pahalı olarak servis edilmesi eksilerden biriydi.

The Cranberries - İstanbul - Maçka Küçükçiftlik Park - Konser - 22 Temmuz 2010

22:10 sularında başlayan ve “Analyse” şarkısıyla açılışı yapan grup, Animal Insict, How,  Dreaming My Dreams, Just My Imagination, When You’re gone, Ode My Family, Time is ticking out, i can’t be with you, salvation, Ridiciluous Thoughts, Zombie, Promises gibi daha çok kitlelere yayılan şarkılarını seslendirirken, grubun solisti Dolores O ‘riordan, seyircinin nabzını tutması, naif tavırlarıyla ve sesinin derinliğini ve gücünü hiç bir şarkıda bozmadan performansını sergileyebilmesiyle de hayranlık kazandı. Canlı olarak dinlerken, albüm kayıtlarından çok daha enerji verici bir aurası bulunduğunu belirttiğimiz bu harika konserin özellikle Zombie, salvation, animal insict parçalarının seslendirildiği bölümde 10.000 kişilik bir koronun içinde olmak harika bir duyguydu.

Konserin videolarını ise aşağıdan izleyebilirsiniz:

Hürriyet Video’larını izlemek için Flash 7 veya daha yüksek eklenti yüklenmeniz gerekmektedir. Yüklemek için tıklayınız!!!


Continue reading »