“Bu günlerde hissetiğime inanmaya çalışıyorum
Bu hayatı benim için kolaylaştırıyor
Bu günlerde neyin gerçek olduğuna karar vermek güç
Nesneler bana çok baş döndürücü gözüktüğünde
Çoktan çocuklarımın çocuklarının yüzlerini biliyorum
Daha önce duyduğum sesler
Hep daha fazlası var
Amaçsız yürüyorum
Herkesin sahiplendiği evime doğru
Yürüyorum, yürüyorum
Hoşumuza gideni yapabildiğimiz yere
Yürüyorum
Bin yıl geçmiş gibi hissediyorum
Eskiden olduğumdan daha gencim
Sonunda dünya evimmiş gibi hissediyorum
Karşılaştığım her insanı tanıyorum
Müzikte bir yerde zilleri duyabiliyorum
Bin yıl önce duyduğum
Daima daha fazlası var
Yürüyorum olanın hepsi bu mu
Olmaya başladığımdan olduğumdan beri
Yürüyorum, yürüyorum
Hoşumuza gideni yapabildiğimiz yere
Yürüyorum…“
/ Massive Attack – Sly’dan
Çeviri: Hülya Önkan
13 Temmuz gecesi Massive Attack grubu “Heligoland” albümü için 5. kez geldiği Türkiye’de Kuruçeşme Arena’da güncel sorunlara da değindiği ve transa girdirebilecek kuvvetle müziğiyle dinleyenlerini tatmin eden bir performans sergiledi.
Konser öncesi bilet kuyruğu nedeniyle izdiham ve kalabalığın akabinde konser alanına girdiğinizde daha ferah ve ön sıralara kadar ilerleme rahatlığı bulabildiğiniz konserde, Massive Attack United snakes, babel, rising son, girl i love you, psyche, futureproof, invade me, teardrop, mazzazine, angel, safe from harm, inertia creeps, splitting the atom, unfinished, atlas air, karmacoma parçalarını seslendirdiler. Özellikle Angel’da ve Atlas Air’daki performans diğer parçalarının daha üzerinde bir adrenalin salgılattı.
Martina Topley’in “Teardrop” adlı parçayı alışageldiğimizin dışında seslendirdiği nüans, grubun kurucusu Robert Del Naja’nın “Safe From Harm”‘ı Mavi Marmara’da ölenlere adaması , şarkılar çalarken, “Youtube: yasak krallık”, “devrimciyi hapse atabilirsin ama devrimi hapsedemezsin”,”hareket etmeyen zincirlerinin farkına varamaz” gibi provakatif sözlerin dışında, İsrail politikaları, BP petrol sızıntısı, markaların dünya siyasetini yönetmesi , Yunanistan’ın borcu ve Türk magazin dünyasındaki bunca sorunların arasında anlamsız kaldığı daha belirginleşen manşetlerin üzerine vurgu yaptığı mesajlar da dikkat çekiciydi. Seyircinin bu temaya dair algılarının çok açık olmadığı tepkiler verdiğinin de altını çizmekte fayda olacaktır.
Bu etkileyici ve canlı izlemenin keyfine vardığınız konserin videolarını aşağıdan izleyebilirsiniz:
“Bu şehr-i Sitanbûl ki bî-misl ü behâdır
Bir sengine yekpâre Acem mülkü fedâdır
Bir gevher-i-yekpâre iki bahr arasında
Hurşîd-i cihân-tâb ile tartılsa sezâdır
Altında mı üstünde midir cennet-i a’lâ
Elhak bu ne hâlet bu ne hoş âb u hevâdır
İnsâf[ı] değildir anı dünyâya değişmek
Gülzâr[ı]ların cennete teşbîh[i] hatâdır
İstanbul’un evsâfını mümkün mü beyân hiç
Maksûd[ı] hemân sadr-ı kerem-kâra senâdır
Ez-cümle Nedîmâ kulun ey Âsaf-ı devrân
Müstağrak-ı lütf u kerem ü cûd u atâdır”
/Şair Nedim
2010 Avrupa Kültür Başkenti İstanbul projesi kapsamında, 3 Temmuz 2010 İstanbul Şehir Tiyatroları’nca Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde ücretsiz sergilenen, Can Doğan’ın tasarlayıp ve yönettiği Devr-i İstanbul, bir yandan İstanbul tarihini paleotik çağdan günümüze ele alırken, diğer yandan da bu tarih sürecinde ve bu topraklar üzerinde yaşamış olan nice insanın giymiş olduğu kıyafetlerinin müzikal bir gösteri eşliğinde nasıl evrim geçirdiğini de anlatıyor.
Dramaturgluğunu Özge Ökten’in, sahne tasarımını Mehmet Emin Kaplan’ın, kostüm tasarımını Eylül Gürcan’ın, müzik direktörlüğünü Murat Bavli’nin, koreografisini Senem Oluz’un ışık tasarımını Fatih Mehmet Haroğlu’nun, yaptığı oyunda; Aslı Narcı, Berk Samur, Berna Adıgüzel, Caner Bilginer, Cem Uras, Ceysu Aygen, Cihan Kurtaran, Doğan Şirin, Göksel Arslan, Hanife Ser, İrem Aydın, Melisa Demirhan, Murat Bavli, Murat Üzen, Nurdan Kalınağa, Pelin Budak, Pınar Aygün, Tankut Yıldız, Tolga Coşkun, Tuğrul Arsever, U. Arda Aydın, Ümit Daşdöğen, Volkan Ayhan, Y. Arda Alpkıray rol alıyor.
“Büyük Itrî’ye eskiler derler,
Bizim öz mûsıkîmizin pîri;
O kadar halkı sevkedip yer yer,
O şafak vaktinin cihangîri,
Nice bayramların sabâh erken,
Göğü, top sesleriyle gürlerken,
Söylemiş saltanatlı Tekbîr’i.
Tâ Budin’den Irâk’a, Mısr’a kadar,
Fethedilmiş uzak diyarlardan,
Vatan üstünde hür esen rüzgâr,
Ses götürmüş bütün baharlardan.
O dehâ öyle toplamış ki bizi,
Yedi yüz yıl süren hikâyemizi
Dinlemiş ihtiyar çınarlardan.
Mûsıkîsinde bir taraftan dîn,
Bir taraftan bütün hayât akmış;
Her taraftan, Boğaz, o şehrâyîn,
Mâvi Tunca’yla gür Fırât akmış.
Nice seslerle, gök ve yerlerimiz,
Hüznümüz, şevkimiz, zaferlerimiz,
Bize benzer o kâinât akmış.
Çok zaman dinledim Nevâ-Kâr’ı,
Bir terennüm ki hem geniş, hem şûh:
Dağılırken ‘Nevâ’nın esrârı,
Başlıyor şark ufuklarında vuzûh;
Mest olup sözlerinde her heceden,
Yola düşmüş, birer birer, geceden
Yürüyor fecre elli milyon rûh.
Kıskanıp gizlemiş kazâ ve kader
Belki binden ziyâde bestesini,
Bize mîrâsı kaldı yirmi eser.
‘Nât’ıdır en mehîbi, en derini.
Vâkıâ ney, kudüm gelince dile,
Hızlanan mevlevî semâıyle
Yedi kat arşa çıkmış ‘Âyîn’i.
O ki bir ihtişamlı dünyâya
Ses ve tel kudretiyle hâkimdi;
Âdetâ benziyor muammâya;
Ulemâmız da bilmiyor kimdi?
O eserler bugün defîne midir?
Ebediyyette bir hazîne midir?
Bir bilen var mı? Nerdeler şimdi?
Öyle bir mûsıkîyi örten ölüm,
Bir tesellî bırakmaz insanda.
Muhtemel görmüyor henüz gönlüm;
Çok saatler geçince hicranda,
Düşülür bir hayâle, zevk alınır:
Belki hâlâ o besteler çalınır,
Gemiler geçmiyen bir ummanda.”
/Yahya Kemal Beyatlı – “Itri” şiiri
İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti projeleri kapsamında İstanbul’un musiki ve tarihi yelpazesine en uygun düşen projelerden biri olan “Bir Şehir Hikayesi, Konstantiniyye–İstanbul” 18 Haziran 2010’da Cemil Topuzlu Açıkhava Sahnesi’nde gerçekleşti.
Etkinliğin çözüm ortaklıklarını Türkiye’de Deniz Özsezen (Proje Sahibi) ve Ülkem Özsezen (Proje Koordinatörü), Amerika’da Dr. Mehmet Ali Sanlıkol (Proje Müzik Direktörü), Dünya Organizasyonu (Boston), Prof. Dr. Robert Labaree, Prof.Dr. Thomas Zajac ve Nectarios Antoniou’nun oluşturduğu konserde ABD Boston’dan Schola Cantorum, Ensemble Trinitas, Dünya; İnce Saz-Fasıl-Anadolu Folk ve Arabesk topluluklarından 35 sanatçı yeraldı.
Etkinliğin Müzik Direktörlüğü’nü yapan Kompozitor/Multi Enstrumantalist/ Müzikolog Dr. Mehmet Ali Sanlıkol, aynı zamanda Bizans İlahileri, Sefarad Yahudileri’nin maftirim repertuarı, Ermeni besteciler, Klasik Türk Müziği ve tasavvufi müzikler hakkında bu disiplinlerden gelen müzisyenler ile eklektik çalışmalar yapan birisi.
Tüm hazırlıklar ışığında iki imparatorluğun başkenti olma özelliğine sahi İsanbul’un Bizans’tan , fetihe, Cumhuriyet’ten bugüne Ortadoğu, Doğu, Avrupa ve Balkanların bir çok bölgesinden akarak şehrin hafızasını her daim taşıdığı, kimi zaman ona bağımlılık derecesinde sahip çıktığı, askerlerin, tüccarların, diplomatların mirasıyla Osmanlı,Arap, Ermeni, Slav, Türk, Kürt, Rum, Yahudi veya Avrupalı’ların da sahip çıkacağı bir miras ortaya çıkmıştır.
Tüm bu nostaljik zenginliğin, sosyo kültürel toplum yapımızın bir çok farklı statü, katman, yaş, kültür barındırmasıyla Rum Ortodoks ilahileri, seküler Rum müzikleri, Haçlı şarkıları, Osmanlı merasim ve askeri bandolarının müzikleri, Osmanlı saray müzikleri, Tasavvuf merasim müzikleri, Türk Halk müzikleri, Sefarad Yahudilerinin şarkıları, Erme ve Türk’lerin şehir müzikleri ve nihayet protesto ve özlem dolu çağdaş popüler şehir müziklerine yer verilen bir konser dinledik.
Kronolojik sırayla gelen ve uzman görüşleri itibariyle melankolik bir davası olan İstanbul’un içinden çıkan bu konserin harika tanıtıcı kitapçığından da yararlanarak iki ana bölüm ve onların detaylarıyla tanımak ve anlatmak yerinde olacaktır:
Prolog:
Dr. Mehmet Ali Sanlıkol tarafından bestelenmiş “Byzantium “ şehrin antik Yunan döneminin bilinmeyen müzikal dünyasını soyut ve modern bir yaklaşımla trompetler, yaylı çalgılar, piyano, nekkareler ve kös kullanarak icra edilmiş. Kapanışına doğru ise iki borulu ve çift kamışlı bir enstruman olan “aulos” isimli antik Yunan enstrumanının temsilini dinledik.
I.Bölüm Konstantiniyye
“Efendim, Sana dert yandım;
Beni duy, ey Yarabbim!
Efendim, Sana dert yandım,
Benim dualarımın sesini duy”
İnanç özgürlüğünün sınırlandırıldığı yıllardan 313 yılında Roma İmparatoru Konstantin Milan fermanını yayımlayarak imparatorluk içerisinde yaşayan halkların dinlerini özgürce yaşama ve herhangi bir cezaya ya da ölüm cezasına çarptırılmadan inanışlarını açıklama haklarını tanıyarak Hristiyanlık dinine karşı yüzyıllar boyu devam eden ağır cezalandırmaları sona erdi. Konserde de Rum ortodoks kilise müziğine ait olan ilk seçki, bestecisi bilinmeyen Soson Kyrie ton laon sou(Kutsal Haçın yüceliği ilahisi), bu yeni dini inanışı onu sembolize eden haç ile temsil edilmiş. Daha sonra resmi din olarak kabul edilen Hristiyanlik bu dinin simgesi olarak haç yaşamın ölüme karşı olan gücünün sembolü olarak konumlır ve – Konstantin’in şehri Konstantiniyye olarak – kurulmasında rol oynar. O güne değin Orta Doğu ve Balkanlarda Hristiyanlık ana formu Ortodoks inancı olduğunu da düşünerek . Rum Ortodoks inancının Patrikhanesi ise İstanbul’da yer alması da ayrı bir önem taşır.
İçerisinde müzik enstrumanları barındırmayan Rum Ortodoks müziğinin sözlü aktarımı geçen onca sene içerisinde bir kayba uğramadığı belirtiliyor. Konserin bu bölümü için de Bizans döneminin Hristiyan toplumlarının geleneksel akşam dualarının temsili için akşam ayinlerinden(Vespers) iki seçki dinledik. Bunların ilki, Petros Peloponesios(c. 1730-1778) tarafından bestelenmiş(Mezmur dizesi olan) Kyrie ekekraksa pros se eisakousan mou’nun(Mezmur 140, 1-3) İstanbul’un Fener muhitinden (Patrikhanenin 1950’li ve 60’lı yıllarda baş mugannisi olmuş) archon Protopsaltis Thrasvoulos Stanitsas(1910-1987) tarafından keşfedilmiş bir uyarlama ve takiben Petros Bereketis(17-18.yy) tarafından bestelenmiş Douloi Kyrion, Alleluia(Mezmur 134,1-3) icra edildi.
“Layla
Tek başına kaldığında ne yapacaksın
Kimse seninle birlikte değilken
Çok uzun zamandan beri kaçıyorsun ve saklanıyorsun
Biliyorsun bu, senin aptal gururun
Layla, sana yalvarıyorum Layla,
yalvarıyorum, sevgilim lütfen
Layla, sevgilim şu endişelerimi dindirmeyecek misin
Seni teselli etmeye çalıştım
O eski adamın seni üzdüğünde
Aptal gibi, sana aşık oldum
Tüm hayatımı alt üst ettin
En doğru kararı verelim
Ben sonunda çıldırmadan önce
Ne olur hiç bir zaman bir yol bulamayacağız deme
Ve tüm aşkımın boş, faydasız olduğunu söyleme bana”
/ Eric Clapton- Layla’dan
13 Haziran 2010 gecesi İstanbul Kuruçeşme Arena’da tarihi bir blues şölenine tanık olduk. Organizasyon firmanın ve seyircinin “eskisi” gibi olmadığı konserde yaş ortalamasının yüksek olmasına ve kalabalıklığa rağmen seyirci coşkusunu sahneye akıtamadı. Tüm bunlara karşın Eric Clapton ve Steve Winwood 21:15 civarlarında başladığı konserde 2,5 saat aralıksız olarak “mest” ettiler.Davulda Steve Gadd, Basta Willie Weeks, Klavye’de Chris Stainton’un sesin tüm ayrıntı tonlarında yaptığı katkılar ve sololar ise tarifsizdi.
Kuruçeşme Arena’nın boğazdaki ambiyansıyla İstanbul’un güzellikleri arasında bu tarihe Gimme Some Lovin, Mindland Maniac, Cocain,Layla, Gimme Some Lovin , Crossroads ,Voodo Chile, georgia on my mind, Can’t find my way home gibi şarkılara canlı eşlik etmenin mutluluğuna vardık.
Eğer kaçırdıysanız konser videolarımı ve tarihi blues gecesini aşağıdan izleyebilirsiniz:
“Ölüden diriyi çekip çıkarınca ölen, doğru yolu bulur.”
/Mevlana
60’dan fazla ülkede 30 milyondan fazla ziyaretçiye ve 11 bin 500 beden bağışçısına ulaşan Alman bilimadamı ve anatomist Dr. Gunther Von Hagens’in sıradışı sergisi 11 Haziran- 17 Aralık 2010 tarihleri arasında İstanbul Modern/Antrepo 3’de ziyaretçilere açıldı. Serginin ilk defa Müslüman bir ülke olarak anılan Türkiye’de de açılması ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın organ bağışı konusundaki negatif fetvası nedeniyle de izleyenlerin bazılarını biyoetik dışında inançsal sistemleri açısından da itki duymasına sebep olabilir.
Dr. Angelina Whalley’in kavramsal planlayıcısı ve tasarımcısı olduğu sergide, Gunther von Gagens’in mucidi olduğu ve 1977’de patentini aldığı Plastinasyon (estetik anatominin sunumunu olanaklı kılan anatomik örnek koruma yöntemi) tekniği sayesinde 200’den fazla insan örneğinin döllenme sürecinden cenine, bebeklikten çocukluğa, ergenlikten gençliğe, yetişkinlikten yaşlılığa kadar olan tüm yaşam evresini anlatıyor.
Sergiye girmeden önce yetkililerin uyarmasıyla 5 TL karşılığında size mevcut vitrinlerdeki anatomik nesneler hakkında sesli bilgi sahibi olmanız açısından bir araç teklif ediliyor, almanızı tavsiye ederim, faydalı oldu.
Sergiye girişte büyük ekranlarda bir çok insan yüzünün değişimini izleyerek başlıyorsunuz. Akabinde döllenme evresinden başlayarak ceninler karşınıza çıkıyor. Bir yandan hafta hafta ceninin gelişimini farklı plastinatlarda görürken diğer yandan camekan vitrinlerde açıklayıcı yazılardan faydalanıyorsunuz.
Erkek ve kadın kafatası, beyni, cinsel organları, sigara içen ve içmeyen akciğerleri, plasentası, aortları, derisi, kalça ve uyluk kemikleri, omuz ve dirsek eklemleri, diyaframı ayrı ayrı parçalar halinde serginin çeşitli lokasyon noktalarında görebiliyorsunuz ve eğer ses aygıtınız varsa bunlar hakkında kulaklığınızla aygıta girdiğiniz numaraları tuşlayarak ilgili figüre dair biyolojik bilgileri dinleyebiliyorsunuz.
Ve Ben senden nefret etmekten başka bir şey yapamam
Yürek sızımı duyabiliyor musun?
Sesin kayıplara karışıyor
Ama ben, akılsızın teki, seni sonsuza dek beklemekte
Unut
Ya da yaşama artık daha fazla
Veyahut gece,gece, gece!
Gece bomboş
Ve geceyle gelen ümit kısacık bir an
Kırık bir kalp, kırgınlık
Elveda…
Boş düşlere ne oldu dersin?
Nereye gitti bir anlık baştan çıkarmalar.”
/ Emma Shapplin – Spente Le Stelle’den
11 Haziran 2010 gecesi Andrea Bocelli ve Andre Rieu gibi ustaların gözdesi, “Etterna” ,” Carmine Meo” albümleriyle new age akımıyla operayı buluşturarak tarzını ortaya koyan Fransız soprano Emma Shapplin’in, yeni albümü Macadam Forever albümü tanıtımı için Kuruçeşme Arena’da verdiği konser, boğazın ışıkları ve yaz esintisinin arasında hepimizi neoklasik sesiyle içimize işlemesine neden oldu.
Aşk’ın, ölümün, ruhun, çelişkilerin barındığı yaşamın sıkıntılarına ve kattıklarına dair bir empat derinliğinde şarkı sözleriyle sesinin iniş çıkışlarında birleştiren Emma Shapplin, dansçıların kareografiyle de bu temaları görselleştirmek istemiş. Sahneye takım elbisesiyle çıkan ve konservativ bir müzikalite ile başlayan ve kimi zaman piyano ve gitar sololarına sözü bırakan Emma Shapplin, Kuruçeşme Arena’nın boğazında kısa süreli de olsa taka seslerinin ve oradan yükselen karadeniz müziklerin karıştığı bir konserde, lazer gösterilerinin ve boğaz ışıklarının kattığı atmosferde ruhen bir eksiklik yaşamadığımızı söyleyebilirim.Seyirci sayısının az olmasından sponsorlar ve Shapplin mutlu olmasa da konsere gelenlerin konforu itibariyle memnuniyet vericiydi. Yeni albümü kadar, Spente Le Stelle, Cuerpo Sin Alma gibi eski parçalarını seslendirdiği ve 14. yy İtalyancasına da doyduğumuz konserde, bilinen parçalarda alkışlar artarken, yeni albümündeki parçalardaalkışların yeterli olmadığını ve Emma Shapplin’i memnun etmediğini belirtmekte fayda var.
Seyircinin çok fazla ilgi göstermediği bir konser oldu.
Macadam Flower albümünden bahsedersek, sevenleri gözünde kanımca kalitesinden ve beklentilerden uzak bir albüm olmadığı gözüküyor. Emma Shapplin , bu albümün ismine ve detaylarına dair şu şekilde bahsediyor:
Cımbızla soğuğu çekilmiş dalgaya karşı
mefturuz elbet
çarşafın alın çizgilerinde
deniz kokulu taşlarla sert oynuyoruz oyunu
ölümden bi haber
çıngıraklı normlar koynumuzda
ne süngülü bir tarif çiçeği
ne de onu koyacak kelepçeli bir zarf kalmış aramızda
devinimlerimiz annemizin yüzü
tütünlerimiz edepsizlik tözü
cenup kokuyor desem fena
ya mahçup
kim bilir
belki bir gümüş gözyaşı dökülecek ay’ın yanağında
abiyesini giymiş rüzgarla dönen dünyaya da reva
masmavi tırnaklarına kaçmış
çağ hala karanlık çağ
cezalarımız yapıştırılmış yıldızlara
etraftan gören memnun
görmeyen meçhul
bir bir şahlanacak vaatler kayıp
kadehler dilimize tebeşir
iskeleninse göğüsleri açılıyor
el ele kadının yelkenli kaygıları giriyor
eksik bakıyor adalar
şaire de deva değildir
pohpohlayıcı anılara demir atmak
veya bedeni lütuf gibi sunmak
kelam kaçkındır
anlaşılır bu hangi rüzgardan kalan bulantı
bakılır burçlara ezalı azalı
o değil mi
serseri martılara konmuş ağlarla dibe batıp çıkan
imlası bozuk kusan, gözleri feveran
evvelden de biliyorum
kanılmazmış
yamyam takalara
çatık kaşlı körfezin ruhban okulundan
ışıl ışıl parlayan hayırsız balık pullarına
oysa
müflis bir lahzadan sana kalandır hüda
oysa
hastalıkta ve sağlıkta
hayali bile erekte bir veda…
İstanbul Şehir Tiyatroları’nda geçmişten gelen bir tiyatro yazarımızın, katip ve Osmanlı içtimai yapısı ve adetleri konusunda incelemesi olan , Musahipzade Celal’in(1868-1959) 1913’de yazdığı oyunu İstanbul Efendisi, günümüz tiyatrosunda seyircinin beklentilerini ve arayışını fazlasıyla karşılık veren ve -tarihi bir tesadüf sonucu- yenilenen Harbiye Muhsin Ertuğrul sahnesinde izlemenin de ayrı bir keyif verdiği ve Engin Alkan’ın zeka dolu yönetmenliğiyle ilerleyen bir oyun.
Osmanlı döneminde İstanbul Efendisi olan Salveti Efendi’nin kızını evlendirme öyküsünü mizahi bir dilde anlatan oyun, kalabalık kadrosunun tam bir ekip başarısı göstermesinin dışında, Türk/Ermeni ve Rum şarkılardan oluşan müzikalite, dans, kostüm,makyaj ve dekor açısından da doyurucu olduğunu söylemekte fayda var.
Oyuna ilişkin detayları anlatmadan önce, 1932 yılında Darülbedayi dergisinde Mehmet Şükrü tarafından kaleme alınan “Celal Bey’le Konuştuklarım” başlıklı yazısında Musahipzede Celal Efendi’nin oyun anlayışını ve tiyatroya bakışını kendi ağzından dinlemekte fayda var:Continue reading »
“Söylenceyi erkek kurar da, acıyı kadının payına düşürürse, bu mudur erkekliğin yasası?”
/ Dünyanın Ortasında Bir Yer’den
Daha önce Devlet Tiyatroları tarafından oynanan, 24 Mart’tan itibaren Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde oynanmaya başlayan “Dünyanın Ortasında Bir Yer”, kadrosu, ödüllü yazar Özen Yula’nın kaleminden çıkan senaryosu, Gjerg Prevazi’nin koreografisi, Duygu Türkekul’un kostümleri, Can Atilla’nın müziği, oyunun hem yönetmenliğini hem de sahne ve ışık tasarımını yapan uluslararası ödüllere sahip Nurullah Tuncer’in dekoru ve oyunculuğuyla şiirsel ve ışık saçan, Türkçe dışında Rusça, Arapça, Azerice, Boşnakça , Arnavutça ve İngilizce dilleriyle oynanmasıyla farklı bir tragedya deneyimi sunuyor izleyenlerine.
Oyun, çoklu kültürler konusunda, Hans Zimmer’in komposizyonlarından hiç de aşağı kalmayan müzisyen Can Atilla’nın “Mevlana’dan Çağrı” albümünün açılış parçası olan ” Belh” müziğinin temposu eşliğinde, Irgat Kadınlar Korosu’yla şöyle başlıyor:
“Bu dağlar kimin? Emre Bey’in.. Bu bağlar kimin? Emre Bey’in.. Bin yıllık taşlar, düz ovalar kimin? Emre bey’in… Bizim sahibimiz kim? Emre Bey.. Emre Bey’in gönlü kimindir? Ahten’in. Ahten kimdir? Yüzü gülmez hanımıdır Ateş Çiftliği’nin. Derler ki Emre Bey’e bir cana malolmuştur bu yüzü gülmez yüzlü güzel. Derler ki adı Ahten yazar bu yüzüklerde, doğup büyüdüğü yer gibi. Ve yine derler ki iş tutanının söylencesidir hüzün…
“…
ayna, mithos ve öteki
özgeçmişin vazgeçilmez elementleri
Ayna.Anayurdu ayna hepimizin.İçinden çıkıp kavuştuk dile
ve eyleme geçtik, ve kendimizi sınadık
ağır taşlar koyduk kişiliğimizin köşelerine
yani kendi kanunlarımızı varlığımızın yerçekimine
bilmeden ve böylelikle bütün yolcuları yasakladık kendimize
kırılmıştı sözcükler, parçalanmıştı ayna
anladık imgemizin yalnızca bir kovuk olduğunu
ve bunu öğrenmenin göçünde
dağıldık kuzey yıldızlarına
.. / Murathan Mungan- ‘Öteki mithosu’ şiirinden
1986’da Murathan Mungan’ın yayımladığı “Cenk Hikayeleri” adlı kitabındaki aynı adlı öyküsünden uyarlanan “Binali ile Temir”‘ tiyatro oyunu İstanbul Şehir Tiyatroları’nda sahnelenmeye devam ediyor. Bir mağarada hayatta kimseyi tanımamış bir şekilde çobanlık yaparak yaşayan Temir ile yaralı olarak bulup onu iyileştirmeye çalıştığı eşkiya Binali’nin hikayesinde, bir de hikaye anlatıcı bulunuyor.
Tiyatronun içinde seyircinin arasında zaman zaman dolaşan, kıyafetleri atmosfere uygun bir şekilde kötü kokan, ışığın ve sahne dekorunun mistik bir şekilde kurgulandığı oyunda, hikaye anlatıcı olarak sesini kullanma ve çatışma duygularını vurgulama biçimindeki ustalığı ile Haldun Ergüvenç’in, genç çoban rolünde Gün Koper‘in ve Binali rolünde Ahmet Özaslan‘ın üstün performansı gerçekten izlemeye değer.
Murathan Mungan‘ın alışageldiğimiz, töre sorunları ve toplumsal rollerin dayatması üzerine ideolojik düşüncesi, “Cenk Hikayeleri”ndeki diğer öykülerde olduğu gibi, arketiplere karşı yoğun ilgisi “Binali ile Temir” öyküsünün de odağında mevcut ve psikodinamik sembolizmaları da yoğun bir şekilde barındırıyor.
Bir mağaranın içinde 15 yaşında bir ergen olarak yaşayan çoban Temir , şimdiye kadar kimse ile konuşmamasının, yaşamamasının ve terkedilmiş bir “ben” e sahip oluşunun etkisinde bir bıçkınlığa sahipken, eşkiya Binali ise, çevre dağlara nam salmış, iktidarın zirvesinde , herkesin korktuğu bir figür olarak tasvir edilir.
Mungan’ın töreler ve kültürler içinden kaçırmadan masalsı bir üslupla getirdiği “erkeklik eleştirisi” ,ideolojik olarak bu öyküde de iki karakterin, birbirinin dünyasından ilk başta habersiz olarak evrimleşmesi ve sonrasında ta ki korkusuz ve yenilmeyi ölüm olarak gören eşkiya Binali’nin yaralı ve baygın bir şekilde Temir tarafından ormanda bulunmasının sonucunda oluşturularak, muhtaç Binali ve hakkında bir rol model olarak da özdeşleyim yaşayan Temir’in iktidarı elde etmeye susamışlığı arasında bir rol değişimine sahne olur.Continue reading »
Devlet Operası Sanatçısı Nuri Candaş tarafından, klasik müziği ve operayı sevdirmek amacıyla kurulan Candaş Orkestrası , Candaş’ın vefatından sonra da bu misyonu devam ettiriyor. Sanat anlayışını ise şöyle ifade ediyorlar: “Grubun sanat anlayışına göre, eserler canlı müzik eşliğinde seslendirilir ve geleneksel sahneleme yaklaşımı benimsenir. Bunun yanısıra dekor ve kostümlerde minimal düşünce hakimdir ve eserin görsel olarak vermek istediği mesajlar büyük ölçüde seyircinin hayal ve imgelem gücüne teslim edilmektedir.”
“Anadolu’nun Kayıp Şarkıları” belgeselini izledikten sonra, farklı müzik seçeneklerini bir seferde dinleyebileceğim iyi bir alternatif arayışında iken, 14 Mart günü Caddebostan Kültür Merkezi’nde yer alacağını öğrendiğim ve dinleme fırsatı bulduğum Candaş Orkestrası, Broadway müzikalleri, Napoli, Küba, Latin etnik ezgiler dışında aryalar, Mozart eseri, Yemen Türküsü ve Çökertme gibi bir çok parçayı icra etti. Seyircilerinin yaş yelpazesinin oldukça geniş olduğu konserde, aynı zamanda mühendis olan iki Tenor Erol Çapa ve Faruk Vatan, sahnede, parçaların beraberinde hikayelerine de yer vererek o zamanın koşulları hakkında ve genel bir hikayesi konusunda da seyircileri bilgilendirdiler. Konser sırasında seyirci ile hem mesafeli hem de samimi temas kurabilmeleri de önemli artılarındandı. Orkestra üyelerinin ağırlıkla konservatuar mezunu veya öğretim görevlisi olması gibi bir detaydan da kaynaklandığı muhtemel, müzikalite açısından keyif aldığımı söylesem de, CKM’nin bu konuda biraz daha iyi bir altyapı kurması gerektiği de gerçek.Continue reading »
aslında herkesin şarkısını söyledik dört duvar arasında?
…”
/ Reha Başoğul- “Neden” şiirinden
Önceki yıllarda Kürklü Merkür, Karatavuk ve Böcek oyunlarını izlediğim ve daha çok Kürklü Merkür oyunuyla adından söz ettiren DotMarsta Tiyatrosu’nun “In-yer-face” akımını devam ettirdiği ama biraz da bundan ayrıştırmak isteyen bir yazar olan Simon Stephens‘ın kaleminden çıkan ve Türkiye ayağını Murat Daltaban‘ın yönettiği bir oyun “Pornografi”. Şehirleşme ve beraberinde getirdiği medeniyet kavramı üzerine kafa yoran ve komedi filmlerinden izlemekten hoşlanmayan, ayrıca şehire ve şehirleşmeye özel sorunlara dair bir teşhir merakını kolayca farkedebileceğimiz Simon Stephens’in, özünde bize sorgulatmak istediği soru keskin bir şekilde şu: “Pornografi nedir?”
Aslında bu soruya karşı cevapları bilindik ve yerinde ama gündelik düzlemde bunu ayrıştıramamızdan kaynaklı sıkıntı yaşayacağımızı da bilerek, çok yakın bir tarihte gerçekleşen bir dizi gerçek ve global olayın gündelik hayattaki karakterlere olan etkisini mercek altına alıyor.
Bu olaylar zincirindeki global ortamı anlatmak için BBC internet sitesinin Temmuz 2005 yılında en çok okunan konu başlıklarına dair seçtiğim Türkçe içerikli birkaç habere yer vermem gerekiyor:
Tahsin Yücel’in ‘Kumru ile Kumru’ romanı ; Kumru adında Anadolu köylüsü bir genç kızın “görücü” usulüyle İstanbul’a “köylüsüne göre” kurtarıcısı bir kapıcıyla evlenerek gelen ve daha sonrasında yavaş yavaş eşyalara karşı tutku besleyerek(misal buzdolabı, müzik seti) onları ailesinden ve hayattan üstün tutarak var olan ilişkilerinin nasıl değiştiği ve toplum içerisinde bu tutkuları nedeniyle nasıl statü atladığını ve başka bir Kumru figürüne büründüğünü anlatan “iyi” bir romandır. Dilde tekrarın olduğu ve sonunun çok da tatmin etmediği(bu yazarın başarısı da olabilir) bu roman aynı zamanda ” tüketici davranışları” açısından da çözümlenmeye değerdir. Aşağıda önce roman özetimi ardından çözümlememi bulabilirsiniz: