Eki 062008
 

Kırık Kalpler

her tarafında kırmızı kırmızı kalpler
çıplak bedenine yerleşmişler
içini açtım hepsinin teker teker
hepsi tamdı
hiçbirinde yoktu çatlak ve keder
ama bir yer vardı ki
tam sol göğsünde
paramparça olmuştu
o kalp diğerleri gibi değildi.. niye?

Reha Başoğul

May 062008
 

Son Nefes

Düşündüm ki;
insan son nefesinde
neleri doldurur içine
ve çeker
bitmesini istemezcesine.
düşünsenize
son nefes
son an
son düşünce bu
o son nefeste

Düşündüm ki;
insan son nefesinde
yalnızca aşklarını çeker içine
düşünsenize
aşık olduğu zamanlarda
düşünmüşlerse
hangi aşkı ölümsüz
hissetmişlerse
bitmesini istemezcesine
onları düşünürler
o son nefeste

Düşündüm ki;
bu konuda da hiç yazmamış şairlerde
bulamadım son nefeslerini hiçbir dizede
düşünsenize
her anı anlatmak için düşünüp
şiire aşık oluyorlar
bitmesini istemezcesine
son nefese gelince
hiçbirşey yazmadan
kaçıp gidiyorlar
o son nefeste

Düşündüm ki;
zeka bu yüzden verilir
Ve hisler
en derin nefesini alır
bitmesini istemezcesine
o son nefeste

Düşündüm ki;
aklımı düşününce nefesimi
nefesimi düşününce aklımı kaçırıyorum
ben çok düşündüm dostlar
son nefesimin vereceği karar:
düşünmek akla zarar
ne kadar düşünmüşsek
kabirde o kadar azab var

Reha Başoğul

May 062008
 

Mutluluk Oyunu
İnsan
korkar
mutlu olmaktan
çünkü
emin değildir
kendinden kaçırdıklarından

insan
sapar
anılara dokunmaktan
çünkü
emin değildir
güçlüyü oynamaktan

insan
bakar
çıkmaz sokaktan
çünkü
emin değildir
yoluna kusacaklardan

insan
ağlar
yalnız kalmaktan
çünkü
emin değildir
boşlukta solacaklardan

insan
kusar
gecesiz karanlıktan
çünkü
emin değildir
ışığın doğurduklarından

insan
kaçar
gerçeği duymaktan
çünkü
emin değildir
yüreğine bakanlardan

insan
solar
buruşmuş kağıttan
çünkü
emin değildir
kalemin ağlamasından

insan
doğar
yargısız tabiattan
çünkü
emin değildir
ölümün korkuttuklarından

insan
oynar
mutluluk oyunundan
çünkü
emin değildir
insanlığın sapacağından

Reha Başoğul

Nis 062008
 

Neden?
Neden tilki gibi bekleriz hep geceleri de
sinsice düşünür ve gündüzü def etmek isteriz inimizden
yavrusunu koruyan anne gibi
içimizin yaşaması için savaşırız her gece gündüzle?

Neden hep zorlukları göğüslemek isteyip de
basit anları gözümüzün önüne getiremeyiz
ve basitce bakamayız kendimize
nasıl olur da sevgililerimizin özünü kabul ettiremeyiz gözlerimize?

Neden mucizeler aradık birbirimize inanmak için de
göremedik bedenimizin her köşesinde saklı olmayan mucizeyi
çok mu basit gördük bunları
ve bunu anlatabilmek için mi soluttuk ömrümüze havayı?

Neden hem uygarlık marşlarıyla coşup da
hem anlatamadığımız acılarla uyuştuk sessiz bir köşede
başkalarının acılarıyla kendimizi susturup
aklımızı kanattık dışarıya doğru?

Neden hep korkularımızı sevdik de
onları gerçekleştirince sevindik
bu yüzden mi savaşlarda kahramanlar yarattık
ve evlerde korkaklar bıraktık?

Acaba acı duymaya bağımlı kaldık da
kemanların konuştuğuna mı inandırdık kendimizi
ve bunun için mi paylaşmak istedik dostlarımızla
yalnızlığımızın bizi daha güçlü gösterdiğini?

Acaba boşlukta yaşamaya alıştık da
neyi ondan mı üfledik tersten
ve bu nedenle mi döndük acı güneşinin etrafında
bedene sıkışmış gezegenler gibi vurduk demden?

Acaba ağlamakla mı boşalttık kinlerimizi de
yine annelerimizin şefkatini özledik
içimizdeki o özlemi
kinlerimizi yok etmek için de karşımızdakine söylemedik?

Neden hep gizemli bilgiyi arar olduk da
esir ettik insanlığın her bilgisiyle kendimizi
bilgi edinip, özgürlük isteyip efendi olunca
hemen haritalarda sınırları çizip hiçliğe kapılmasını istediğimiz köleler diledik?

Neden hırslandık sahip olma gücüne de
çocuğumuzun yaşayacağı yerlere çöpler döktüğümüzü önceden göremedik
orada kokacak çöplerinse
bizim hırslarımızın yenisi getireceğini bilemedik?

Neden sevişmekten korktuk ve gökten yalanlar bulaştırdık ona da
yanımıza yalnız kalmamak uğruna yeni korkaklar topladık
neden ateşli sevişmelerimizi anlatamadık etrafımıza
ve samimiyetimizi ifade etmek için çaba sarfetmek zorunda kaldık?

Neden bedenlerimizi günah diye mimledik de
onlara bakamadık bir ressam gibi
anlatamadık çıplaklığımızın da bir çiçek bir dağ gibi
koklanması ve keşfedilmesi gerektiğini?

Neden doğadaki kutsal bilgileri çalıp da
onu yok etmek için kullandık
sonra evlatlarımıza saray bırakırken
yemyeşil kokulu ağaçlar istedik bahçesinde?

Neden hep uzaklarda olmayı istedik de
yanımızdakilerin de o bilinmeyende olmak istediğini görmedik
söylemeye korktuk mu çevremizde hesap verecek kimse görmek istemediğimizi
ve hala direttik uzakların, bulunduğumuz yerden daha güzel olduğunu söylemeyi?

Neden hatalarımızı anlamadık birbirimizin de
bunun için mutsuz insanlar olduk hepimiz
bunları kabuğumuza korumak adına her gün birbirimizin yüzüne vurup
baskı kurduk oynadığımız bu saçma oyunda kardeşimize?

Neden bu oyunu oynadık binlerce yıldır da
bir an için sevgimizi kalbimizin tozlu çatı katından indiremedik
ve orada bulduğumuz hafızamızın çektiği fotoğrafların
sadece siyah-beyaz olduğuyla kandırdık beynimizi?

Neden karşımızdakinin içindeki özü görmedik de
kendi özümüze ağ ören nefreti yakıştırdık ona
ve her gün kimse beni anlamıyor deyip
aslında herkesin şarkısını söyledik dört duvar arasında?

Neden bu yüzden yalnız kaldığımıza inandık da
intiharlarla yırttık hayat tuvalini
düşünemedik aslında çoğunluk ve bir olduğumuzu
insanlığın mutluluk resminin renksizleşeceğini?

Neden oyaladık bunca yıldır insanlığı felsefi karşıtlıklarla da
kral çıplak ve aşık diyemedik çocuk saflığında
Güç lanetine kapılıp büyük olmaya özendik de
o zaman neden hep çocukluğumuzun özgürlüğünü özledik?

Neden tanımlama ihtiyacı duyduk herşeyi de
hissetiklerimizin ve düşündüklerimizin mezarını kazdık
herkes farklı tanım koyunca haliyle ilim pınarının önüne
önyargıdan barajlarlarla set çekip akamadık sevgi denizine?

Neden bir kez olsun hayallerimize korkularımız kadar şans vermedik de
cenneti boyayamadı yeryüzüne dillerimiz
acaba hep mutlu kalmaktan, daha mutlu olmadan korkuyoruz da
yine cehennemi istiyor haşarı hayallerimiz?

Neden bu kadar soru işaretiyle doldu gözlerimiz de
cevabın sorunun kendisi olduğunu söylemedi bir türlü geçmişimiz
soru işaretini kullanmanın nokta kullanmaktan daha barışçıl olduğunu
bir türlü yediremedi kendine kibrimiz?

Reha Başoğul

Mar 032008
 

Mektup
Değiştirilemeyen acı diyarında…

Tarihi kandıramayan bir yavuz
saat seherin dördü, azbuçuk geçmiş dokuz
çarpışmalar, top sesleri,
düşen soluksuz
kantar ise yine topuzsuz

korkunç sesin toprağı kaldırdığı devran
zeytin saçlı bebek yerde, ağlamayan
kanı kurumamış, mektuplu yerde yatan
yer: galibin olmadığı, olamayacağı vatan

umut…

yerde yatan ve ağlamayan
baksaydı birbirine o an

sorar mıydı günahsızı, sebebine
niye yaraşır, kalır bu insanlığın günlüğüne
cevap verir miydi geçmişi, geleceğine
yeter miydi soluğu söylemeye
hata idi, sevmelisin sadece

hüzün…

ah, ah arzuhal
bir soluğa muhtacım lal
akmayacaktın nehire böyle
olmayacaktı küllerden bir sal…

değiştirecekti böğürtlenler rengini
bırakmayacaktı güller peşini
aşk kalacaktı sadece
ve sadece bülbüllerin sesi

keder…

vurmayın artık yüreğine güm güm
eylediniz beni kudüm
nasıl dinecek bu hüznüm
hep ama hep yaşlı gözüm

sazlıklarımı rüzgarsız bıraktınız
güzümü bile yapraksız
yeter artık isyan ediyorum desem
baharım geçecek şarkısız

aşk…

aklımı tutamıyor ellerim
dudaklarını yakalıyor dilim
anlamsızca çıkıyor kelimelerim
oysa daha okunaklı gözlerim

tangoların keskin dönüşleri
kemanların narin sesi
duvakların en incesi
bebeklerin minik ellisi

kin…

analar doğursa da yağızları
kaçırsada şehirlerden
çağırır kaderi
tez yayılırmış savaşın zehiri

ey beden avcılarının aradığı kurban
karşındaki, efendilerin koynundaki yılan
kanacaksın, sararacaksın, kızacaksın
alacak seni kayınlardan

ölüm…

doyamadan emzirilene
kanamadan sevdiğine
gençliğine geleceğine
mektubun verecek mukabele

ekin…

değiştirilemeyen acı diyarında
bıraktığım umutlarımda
karaladım hüzünlerimi
aşkıma sığındım
kinime yenik düştüm

ah ah arzuhal
bir soluğa muhtacım lal
sevgi varken
ölüme kandı hayal…

Reha Başoğul

Mar 012008
 

Sert Sessizlik
saat üçte
çıt etse afife
ötse peşpeşe
İshak Kuşu kafeste
pıt pıt kaçsa pisi pisi
kuşak kuşak
seçip takip etsek
küpesi afaki
tokası haki
sokaktaki çıtı pıtı afeti
kâh ekşisek
kâh kapışsak
uçuk kaçık okşasak sapakta
siftah istesek
hatta sıkı fıkı içsek iki tek
köpük köpük içki koksa saçı
fesata kıs kıs peşkeş çekse
hafif pusu şaşsa
şap şup öpüşsek ite kaka
kapısı sökük katta
etekse etek
ipekse ipek
açık saçık çökse apışa
tutuşsa fahişe ateşi
susasa şahikası kasıkta
ufak çapta uçsak
aksi tutup
aşsa ütopik tasası
pışık etsek
takışşak hesap kitapta
tepişsek
pat etse tüfek
affetse şikeste kaşı
ases suç üstü çıkıp
tıksa şu kışta hapse
topu topu iki hafta
kısasa kısas sopa atsa
eskise peteksi ışık
aç tok üşütsek kof taşta
çekikse sehpa
tak tak etse istihkak
sıska ipte
us pekişse şıp şıp
ses ses ses
‘ah keşke
sökse kekeç şafak
aheste aheste
ah keşke
sussa şakak
içteki tıpası çıkık o hakikatte’
ise
-inan hepsi bozardı sert sessizliğini-

Reha Başoğul

Şub 062008
 

Uzaklar

Ve uzaklardayım şimdi
sonsuz beyaza gömüldüm
tek hissettiğim
içimdeki gücüm

etrafımdaki
bu telaşsız ahenkler
bu sayısız bitkiler
bu acısız yürekler
bu karışık sesler
hepsiyle yok oluyorum
görmüyor musun aşk bu
kavuruyor işte
savuruyor işte
beni birer birer

şimdi sanıksız
şimdi yargısız
şimdi kuralsız
bu eller
bu diller
bu gözler….

yalnızca aşkla başbaşayım
hükmü verilmiş topraklardayım
sonu baş olmuş yollardayım
seni koydum koynuma
sarmaladım soğukluğumla
sımsıcacık
ve sessiz yüzünü
ve anlamadım hala
o mu beni büyütüyor
yoksa ben mi onu
bu benzersiz diyarda

ne yaman çelişkidir ki bu
insanlardan uzaklaşınca teker teker
yüreğimde
daha mazbut
daha büyük
daha yüce
yer edindiler

aşkın göz yaşlarını
sonsuzluğun sanrısını
olduğu gibi kabul etmek lazım
tuzsuz yaraları

ne baktığım bir seraptı
ne tattığım bir şaraptı
bal gibi gördüm seni
bal gibi gözüktün işte
niye inkar edeyim
nolur susturma beni
nolur konuş hadi

Bunca yıl
bunca sayı
bunca kelam
hepsi bomboşmuş
yokoluş varoluşmuş
varoluş bomboşmuş

dönüyorum
duruyorum
karışıyorum işte
bir soruyorum
bir soruluyorum
adım ne
can mıyım
cansız mıyım
canan mıyım?

Ve şimdi
gözlerim delik
dilim kesik
yüreğim ezik

ya bundan sonra
ya bulduktan sonra
nasıl dayanacak
nasıl asılacak
nasıl kanacak
bu delik
bu kesik
bu ezik
hapsolduğum yaşama?

Kan bu
damardaki kan
kanayan kan
susatan kan
akıyor işte
akacak da
sarmaşık gibi
sarmış beni
saracak da
susturacak da
ne büyük acı
ne büyük yara
yakarışım bile
duyulmuyor burada

son bir defa
son bir vefa
hadi uzatma
kırdıralım şu zamanı
yıkalım işte diye
yalvarıyorum sana

ama kan bu
akıyor işte
deli kanı bu
acı kanı bu
konuşmuyor
sokuyor işte
söylemiyor
yakıyor işte
bakmıyor
kaçıyor işte

yine çağırıyor sesin
yine ensemde nefesin
sancısız düşler diliyor
hülya meclisinde bu acizin

bu büyüklük
bu ihtişam
bu nizam
bana çok geliyor
bana yük geliyor
oradan bakınca buralar
çook çok uzak geliyor

Reha Başoğul

Kas 162007
 

Hâmsin

 

ıssızlık 

dağ başında 

yıldızyeli 

yanı başında 

süslemeli 

bir kapının menteşesi 

tek başına 

ufuk çizgisi 

 

sabah 

suskun 

sabah 

durgun 

kendi derdinde 

dili 

paslı 

anahtarı 

yaslı 

göçmen kuşlar renginde 

 

umutsuzluk 

hep 

susuzluk 

hep 

çoğunluk 

hep 

soğuk 

kapı aralığında 

yoksunluk 

hep 

saklanan 

bulutsuzluk 

 

 

bahar 

beklenen 

özlenen 

çalınan 

kapı 

eşiğinde 

bulutsu 

ve 

kendi renginde 

 

Hâmsin 

erkenden 

bitkin 

benden 

üflenen 

deliğinden 

dinlenen 

çiçeği kardelen için 

kışa edilen bir telin

 

Reha Başoğul

Eki 222007
 

Boyandım
bugün deniz boyadı beni masmavi 

güneş sarıya 

ağaçlar yeşile 

özlediğim kırmızıya boyadı 

içim beyaza 

dışım mora çaldı 

yüzüm pembeye 

gözüm çakıra kaydı 

arzum beyazda kalmak idi 

onu da gece siyaha boyadı 

sonunda musiki yetişti şeffafa yapıştım 

peki şimdi bedenimi kim çıplağa boyayacak?

 

Reha Başoğul

Eki 162007
 

Kukla

Kaç saatte büyüttüm seni bir bilsen
bakmazdın bana, sıradan bir sahip gibi
kaç gece oynatmamı istedi seni benden bir bilsen
saklardın beni ketumluğunun altına, savaştan kaçar gibi

ellerim kaçtı
kasıklarım şaştı
sesim rüzgarı aştı
basılı bir kor tanesinde
iplerim bağışlasın beni
kusurlu aşklar çeşmesinde
bedevi kaldım
sabrım taştı
yerin kurudu
sen dağıttın oynar başını

ılık ülkenin bahar akşamında konuşan
yapraklı yollarda alnıma mine koyan
ey duyuların koruyucusu!
ey erkekliğin münzevisi!
yaklaş bana!
bu kuklanın kiriyle
nasıl yıkanır aşk
nasıl imbatlara sarılır
uçar ininden
karanlık niye susmaz ki yerinden
sazını ozana bırakmaz
gözünü sakınmaz tenden

öğret böceklerin dilini
çamura karışayım yarın
kapat kuklamın perdesini
yüzüne bakayım yarın

Reha Başoğul

Eki 142007
 

Kadının Durduğu Yerde

 

özleme konuktur yatsı 

elinde kalır kırıksı saçı 

kesiği yorgun 

tutkusu siyahı 

tel tel yoğrulmuş esansı 

soluk alır gibi bakar 

boğulur gibi yanar 

öpülen kokusunda 

ten renginde konuşan rüzgarı

 

Reha Başoğul

Eki 142007
 

Bir Yol Şarkısı

 

çarşaflara izlerini bırakan 

tenleri küllenmiş bedenlerde 

kapatıyor karanlık, yaldızlı yollarını… 

devrim yapılmış 

Ekim duvarı yıkıldı yıkılacak 

sanki herşeyin farkında 

kaçacağımız yolları açıyor 

 

kalplerde çığlık kuşları 

sabah kokmuş pencerelerde ötüyor 

saçları elek olmuş yar üzerinden 

saçaklanmış güneş, ufuk yolunda 

süzülmeye bırakılıyor… 

 

karanfilden yollar dizilmiş sırtta 

tan yerinin fısıldadıkları 

kızılı emmiş yüze söyleniyor: 

haydi kalk! yolculuk vakti geldi geçiyor… 

kulakta çizmeli kovboyun nağmeleri 

boyunlarda buselerin çizgileri 

yeşili gören gözler kurşuni, 

giyilen kazakların kokularını ezberliyor… 

 

iyice yaklaşmış yolculuk bulutları 

sarmış buğu tutmuş araba camlarını 

yağacak gibi yollar 

bakılacak haritalara eller ısıtılarak 

bilinir ki şarkılar, naneli ağızları ıslatacak… 

 

gözüktü asvalt renkli ilk yağmur 

yolların üzerinde öylece soyunur 

bir noktadan bir noktaya 

biz kaçar o bozulur 

o kaçar biz yorulur… 

 

kız gibi sanki şu geçtiğimiz akarsu 

bekaret kemeri üstünde 

elma bahçeleriyle korunur 

kollarına bırakacağı erkeğini arar durur… 

 

dur yolcu kaçırmayalım domates tarlalarını 

içine almış gördün mü su yollarını 

iyi bak onlara 

bunlarla bezer kibarlığını 

bunlarla besler nadastaki kırmızılarını… 

 

koyunlar meler tarlanın karşı tarafında 

sırayla yolumuzu kapamışlar 

asıl yollar bırakacak bizi galiba yarı yolda 

oğlakları boynuz dalaşında 

çobanı uyumuş, çalıları solmuş merada… 

arkasında bir değirmen sinsiliğini korur 

tahtadan gözleri hareketsiz 

kendisiyle savaşacak hayalpereste doğrudur… 

 

dağlara bakılıp dalınırken virajlı bir yolda 

bir köy çeker sizi o yolun kahvesine 

ipek kozaları doluşmuş elleriyle… 

kararmış ayalarda 

belirgin bir hayat yolu çizgisi 

adını kasketli dayılar çoktan koymuş: 

yoksulluk takvimi… 

takvimden bir yaprak koparayım 

yollarını onlar da bulsun derseniz 

Ho sesleri arabaya birden doluşur 

bakraç bakraç yörük ayranıyla doyulur 

heey not alalım: 

tandır kebabları dönüşte sefer tasına konur 

 

çıkılır patika yollardan anayola 

sanırsınız uzakta yürüyor bir kaplumbağa 

ezmeyelim duralım orada 

yaklaşınca biraz soruya 

esmer bir çocuğun kafası yakalanır cevaba 

elinde örme sepetler 

satmaya çalışır yollara… 

 

işte şuh bakışlı bir göl kenarı 

üstünde yeşil bir gömlek 

düğmeleri bekliyor açmamızı. 

içine kurbağalar sıkıştırılmış karelere 

hava yolları kapanmış flamingolar 

nazikçe davet ediliyor… 

 

az ötede bir piknik masası 

karelerden almış manzarasını 

‘çinekop mu kefal mi? ‘ sorar oraların ağası 

kemençe sesleri kovalarken havayı 

koyulur yola damakta taze çekilmiş kahve tadı… 

 

yollar zamanı delip geçer 

utanarak çıkarsınız yola bu sefer 

budaklanmış yolun dallarını ararsınız 

bir bakarsınız 

kaya mezarlarını karşınıza almışsınız 

yoldan gönülsüz çıkanlar içinmiş lahitler 

gezgin poyrazlar ölü tozlarını üfler… 

 

alacakaranlık düşürürmüş yolları 

düşenin dostu olmadan 

bir kanyon başında güneşi kaçmadan kıstırmalı 

tam da yerinde bağırtırır arabadaki kovboy gitarını: 

hadi uzat şimdi ona dudaklarını 

hadi uzat şimdi ona dudaklarını… 

 

yolcu yolunda gerek 

haritadan sıcak bir oda seçilerek 

girersiniz çakıl taşlı yola 

hizmetinizde pembe yanaklı bir oyalı kadın 

kurulur hemen yer sofrası 

of sıcacıkmış yulaf çorbası 

yanımıza sığınmış lavaş belli ki ateşe çok kızgın. 

parmaklarda ev baklavası 

dillerde sazlı türkülü oyun havaları 

anlatılır birbir yüzü gülücükten oluşmuşa anlamları 

 

yol der ben yorgun 

benden tavsiye siz burada uyuyun 

bakarsınız ki gökyüzüne 

duruyor ateşli bir kuzgun 

sanırsınız gece yoldan suskun 

halimizden anlayarak konuşur oyalı hatun: 

alın semaver elinize, sırtınıza da battaniye 

siz gidin biraz da kerpiç evin üstünde konuşun. 

cırcırböcekleri aşk yoluna girmeden 

usulca çıkılır korkuluksuz merdivenden 

sihirli küreye sokulunca evren 

ne yollardan geçmişiz, 

kim bu yolların efendisi diye 

sorulur her tarafı yıldızlarla kaplı küreye… 

 

dilimlenmiş Ay’ı yıkayan karanlıktan 

gecenin sözleri iner peynir dilliye 

kokusu unutulmamış kazaklara 

ip kınalı soğuk eller sokulur 

sedir bir yatakta gönüller samanlık olur 

ve açılır tekrar yaldızlı yollar 

yolu sevgiden geçen 

mahrem bir yola akar son yağmur 

yollar kavuşur 

yollar sevişir 

yollar bir olur…

 

Reha Başoğul

Eki 132007
 

Islıklar

 

kinimi gömdüm gölgeme 

çiçeklerle bezedim sevgilime.. 

göz nuru el emeği kanımı 

yunuslardan aldım kendime sattım… 

 

çarpık kulvarlardan sıkıldım artık 

boş duvarlardan bunaldı bu yanık 

bilebilseydim kendimi artık 

sorardım bu yunuslara nerede taç nerede azık? 

 

her darbe, damak tadı gibi 

her göz, kara kaplı defterim gibi 

bir bıldırcın ararsın sen ya 

ben onu öldürdüm görürsen söylet soyuma kandığın gibi… 

 

bozgun sesleri bunlar 

bozguncu dilberleri 

 

hülya seslerde 

ifşa eden benzerlerin… 

ne buhar göğsümü kanattı 

ne kapı eşiğindeki şehvetlerin 

 

tapınak sütunlarıma mı çizeyim seni 

karabatak yuvalarında mı vereyim elimi 

ne acı ne bal 

olmazdı dinginliğin eseri 

 

ah yunus yüzlüm 

ah inci dişlim 

ne üzdü seni de 

bitirdi bahçemdeki firüzeleri 

ne terbiye edildi de 

ıslıkların adı oldu cazibeli 

 

aşk bağından bir salkım almak için 

niye gerekir ki bir demet yasemin 

olsaydı ya bir su bir ekmek 

senin yüzünü güldürebilmek için 

 

özledim seni özledim tenini 

Ne mecusi anlar beni 

ne de okyanustaki ahali 

yunus yüzünü özledim belli

 

Reha Başoğul